30 Ekim 2010

Gürbüz Özaltınlı: Bahçelievler Katliamında Kontrgerilla Olağan Şüpheli...

Gürbüz Özaltınlı’yı Ankara Barosu Felsefe Kulübü Başkanı. Oysa 30 yaşına kadar politika yapmaktan felsefeyle ilgilenme fırsatı bulamamış. 78 kuşağından, TİP Genç Öncü Merkez yöneticilerinden Özaltınlı’yla politikadan başka şeyle ilgilenmediği yılları, en yakın arkadaşlarını  kaybettiği Bahçelievler Katliamı’nı ve 78 kuşağının bugününü konuştuk...
 
Politikanın liselere kadar indiği bir dönemde yaşamışsınız. Siz ne zaman tanıştınız politik hareketle?
Bahçelievler’de büyüdüm, Cumhuriyet Lisesi’nde okudum. 1976’da ilk boykotu yaptık lisede. Ankara’dan 1 Mayıs’a gitmemizin öncesinde okul bahçesinde silahlı bir saldırı oldu, bir arkadaşımız boynundan yaralandı.  Ülkü Ocakları kaynaklı bir saldırıydı. “Toplu bir tepki oluşturalım” diye karar alıp, pazartesi günü derslere  girmedik. Çok kısa bir süre içinde bütün lise bahçeye indi. Emniyet Müdürlüğü’nden üst düzey bürokratlar geldi, yatıştırmaya çalıştılar.  Çok haklı bir zeminimiz vardı, can güvenliği. Bahçelievler Katliamı gerçekleştikten sonra, doğduğum, büyüdüğüm mahalleyi terk ettim. O kadar kendi memleketimdi ki orası. Kendimce bir dokunulmazlık vehmediyordum. Annem Vakıflar Bankası’nda çalışıyordu, gündüz vakti beni çevirip  dövmüşlerdi ona rağmen gitmemiştim. Bu olay sabah dikkatli çıkıp, akşam dikkatli dönmenin hiçbir manası olmadığını gösterdi. Bu kadar infial boyutu baştan düşünülerek mi tasarlandı bu olay bilmiyorum ama sonucu  çok çarpıcı oldu. Terör çıtasını yükseltti.
Bu kadar küçük bir yaşta nasıl bu kadar politik olabiliyordunuz?
Ağabeyim 12 Mart’tan önce Türkiye İşçi Partisi’nde (TİP) merkez yöneticisiydi. Onun etkisi vardı üzerimizde. 12 Mart’tan önce Sosyalist Gençlik Örgütü’nün ilk seminerlerine gitmiştim. Sosyalist kavramlarla ilk o zaman tanıştım. Araya 12 Mart girdi. 75 yılında TİP kuruldu, 18 yaşındaydım, günümün tamamı politika konuşarak geçiyordu. Aşırı politizasyon söz konusuydu zaten o dönem.
Politika hayatınıza nasıl sirayet ediyordu?
78’lilik diye kavramsallaştırılan ve üzerinden çok da düşünülmeyen bir dönem var. 68’lilik nasıl başlı başına bir erdem kategorisine dönüştüyse, 78 içinde insanlar yaygın olarak bunu yaptılar. O dönemin karakteristik özelliklerinden biri aşırı politizasyon. Politika bütün havaya hakimdi, hayatın en kapsayıcı, en değerli, bütün  anlamlarının üstünde bir alan olarak algılanıyordu. Sanat, felsefe, bilim,  iir, aşk, bütün bunlar politikaya tabii olduğu sürece mana ifade ediyordu, bu alanlar politikaya tercüme edilebildiği kadar değerliydi. Biz Nazım Hikmet’ten başka şair yok zannediyorduk. Bir takım vulgar, küfürlü müzikleri müzik diye dinlerdik. Edebiyat diye propaganda öncelikli niteliksiz romanlar okurduk. Bilimi fetişleştirirdik ama bilim diye bildiğimiz bilimin  karikatürüydü. “Toplumlar maddeler gibi yasalara uygun hareket eder” diye düşünmeyi bilim sayıyorduk. 70’li  yıllarda sosyalleşmiş gençler hep felsefeyle ilişki kurduklarını düşünürdü. Felsefede iki karşıt görüşü temsilen  sadece Berkley ve Karl Marx var sanıyorduk. Daha sonraki yıllarda Berkley’den kitaplarda özel olarak bahsedilmediğini, Marx’ın da doğrusunu isterseniz felsefeciden sayılmadığını gördüm. “24 saat partililik” diye bir kavram üretmiştik parti içinde. İnsanların entelektüel dünyalarını kurduğu yaşlardı o yaşlar. Siz 30 yaşınıza kadar dünyanızı bu kadar sığ kurmuşsanız, 30 yaşından sonra rock müziğin tarihi, sanat, edebiyat, bunlara  ulaşmanız daha zor oluyor. Ben 40 yaşında okudum Suç ve Ceza’yı. O dönem bütün dünyayı bilme  iddiasındaki, bütün dünyayı değiştirme gücünü kendine vehmeden 78’lilerden zannetmiyorum ki klasik edebiyat üzerinden ciddi birikim elde etmiş olsun. Bunları aşmış, bunların farkına varmış bir kibirle söylemiyorum bunu  ama bu fukaralığı, zamanında elde edilememiş şeyleri sonrasında kapatmak zordur ve ben de kendimi bunları  kapatmış bir insan olarak tanımlamam. Ama bunlarla yüzleşmek zorundayız.
Hiç kimse çıkıp “Ben bu müziği  de beğendim” ya da “ben bu insandan hoşlandım” demiyor muydu?
Makbul değerler böyle şekillendiği andan itibaren siz o değerlerin etkisinde kalıyorsunuz. Bu tarz bir  politizasyon içinde yaşamak makbulse öbür türlü ihtiyaçlarınız ihtiyaç olmaktan çıkıyor. Öyle bir alanın farkına bile varmıyorsunuz. Dönemin bir diğer karakteristik özelliği de cemaatçilikti. Bir birey ancak bir topluluğun  içindeyken anlamlı, önemliydi. Bireysellik dışlanmayı gerektiriyordu. Çok koyu bir cemaatçilik ve aidiyet  duygusu hakimdi. 80 darbesinden sonra o cemaat yapıları bir zorla karşılaşarak dağıldı. Herkesin içinde var olduğu zaman kendini var ettiği yapılar darbe aldı. İnsanlar toplumda tek kalmanın ne demek olduğunu  bilmiyorlardı. 80’den sonra en derin bunalımımı bu yüzden yaşadım. Kiminle konuşacağım, nerede konuşacağım, toplumun diğer üyeleri neyle ilgileniyor? O konulara ilişkin bir sözüm olmadığını gördüm. Çiçek, böcek, hayat, aile... Hiç birinden haberimiz yoktu.
Sadece politika konuşup, eyleme mi gidiyordunuz?
Eylemi yüceltip, bilgiyi küçümsüyorduk. TİP’in bir dergisi vardı, Yürüyüş, Yalçın Küçük, Metin Çulhaoğlu, Mehmet Aközer’in yazdığı, Nezih Danyal karikatür çizdiği. Her hafta dergileri paketlerdik. Öyle bir ruh hali içindeydik ki, dergi paketlemeyi yazı yazmaktan daha önemli sayıyorduk. Birikim Türkiye’deki en önemli entelektüel girişimlerden biri olduğu halde, o dönemin havası içinde yok sayıldı. Cemaat nostaljisinin insani zaaflara dair bir masumiyetinin olduğunu söyleyebiliriz ama bir yönüyle de bizi taşlaştırır, tarihte bir yerlere  saplar bırakır. Bu günden kopartır. Cemaat nostaljisi içinde olanlar olaylara kendi cemaatlerini ne kadar ilgilendiriyor sorusu ile yaklaşırlar. Kendi cemaatlerinin inisiyatifinin olmadığı süreçlere kayıtsız kalırlar. Bu kuşak 78’lilik denilen algı ve davranış kalıplarından uzaklaştı ama bu bir iz olarak kendini sürdürdü.
12 Eylül’ü yaşayanlar bu açıdan Ergenekon sürecine dahil olamıyor mu?
Ergenekon’u kendi dışlarında olan, kendilerini o kadar da fazla ilgilendirmeyen bir meseleymiş gibi algıladılar. Kendilerini birinci dereceden ilgilendiren bu meselenin müdahili olamadılar. Cemaat kimlikleriyle hesaplaşmasını kapatmış olanlar, kendilerini toplumda yalnız, fırlatılmış, sorumluluk bunaltısı diye tarif edilen şeyi daha fazla yaşayanlar bu meseleye tepki gösterdiler. Ergenekon konusunda risk alarak taraf oldular.
Faili meçhuller, kayıplar da onları da ilgilendirmiyor mu?
Doğru ama öyle olmadı. Ergenekon bir kavram bir sembol. Bütün tarihi boyunca oluşmuş iktidar yapısıyla hesaplaşıyor Türkiye. Çok derin bir rejim meselesi yaşanıyor.
Okul boykotundan sonra ne yaptınız?
TİP’te gençlik örgütünü kurduk. 1976’da Hacettepe Sosyoloji Bölümü’nü kazanmıştım ama lisedeki boykot  yüzünden parti içinde dikkat çekmiştim. Ankara İl Başkanı devam mecburiyeti olmayan bir okulda okumamın daha iyi olacağını söyledi, Hukuk Fakültesi’ne girdim. Hayatı politikaya göre yaşadığımız için mezun olup olmayacağımızın anlamı yoktu. 12 Eylül’de cezaevine girmedim. Ama kaçak yaşadım. Evim basıldı, balkondan atlayıp kaçtım. Evlenmiştim, çocuğum olmuştu. çocuk üç günlüktü, sokağa çıkma yasağı vardı. Kasım ayının sonuydu, paltomu giydim, kaçtım. Rastgele bir apartmana girdim, merdivene oturup sokağa çıkma yasağının  bitmesini bekledim. Saat üç gibi bir resmi araba geldi, durdu. Arabadan bir subay indi ve yandaki apartmana  girdi. İstanbul’a geldim, üç dört tane arkadaşımla karşılaştım. Koloni hayatını yine inşa ettik. Bu yaşananlar o  kuşağın eleştirilmesini de zorlaştıran şeylerdir aslında. Bu solun bir köşede kendi kendine yarattığı bir kimlik değildi. Meseleyi kişisel almamak gerekiyor. Bu o soğuk savaş dünyasının sert ikliminde otoriter, buyurgan devlet rejimi altında kimlik bulmaya çalışan bir toplumun yarattığı bir soldu. Bu tarih buna elverdi, alınganlığa  gerek yok.
Avukat olduktan sonra tekrar dönüp felsefeyle ilgilendiniz değil mi?
Ankara Barosu’nda Felsefe Kulübü kurduk. Amatör katılımla felsefe eğitimi ve tartışmaları düzenliyoruz.  Mayıs ayında yine yedi hafta sürecek bir programa başlayacağız. Ali Bayramoğlu, Baskın Oran, Ömer  Laçiner, Mithat Sancar, Fuat Keyman, Bejan Matur, Ahmet İnsel gibi isimler davet edildi. Önümüzdeki bir  kaç gün içinde konferans başlıkları ve tam takvim kesinleştirilecek.
Tam da faili meçhullerden bahsetmişken, siz Bahçelievler katliamının tanığısınız.
Kolay unutulacak bir olay değil. İstikrarsızlaştırma süreci ve terörün tırmandırılması döneminin köşe taşlarından biriydi. Toplumun paniğe kapılması, mevcut rejimden umudu kesmesi şok eylemler gerektiriyordu. Akşamlarda en son haberlerde yurdun dört tarafından ölen insanların isimlerin verildiği ölüm haberleri vardı, sarsıcı etkisini  yitirmişti. Terör stratejik bir amaç olarak kullanıldı. Ev, size ait, özelinizi yaşadığınız mekan. Bu mekana  girilmesi çok çarpıcıydı. Yedi genç aynı akşam öldürüldü, bu da çok çarpıcıdır. Terörle, çatışmayla alakası olmayan, adı legaliteyle anılan bir partinin üyesiydiler. Çok ciddi bir şok yarattı. Ben o zaman 22 yaşındaydım, Bahçelievler’de oturuyordum. 25. Sokak’ta oturuyordum, olay 15. Sokak’ta oldu. Çok yakın  arkadaşlarımızdı, Faruk, Hürcan ve Salih. Diğer ölen çocuklar il temsilciler toplantısı için gelen parti delegeleriydi. Düzenli gelip giderdik o eve. Bekarlık hallerinin tamamını beraber yaşardık. Dokuz gün sonra ölen Serdar’la (Serdar Alten) beraberdim ben o akşam. Serdar’ın da evi o sokaktaydı, hemen her akşam o eve giderdi. Toplantıdan çıktık, “O eve gidelim” diye konuştuk. Nişanlıydı, Sema’yla konuştu, onlar da “Sinemaya gidelim” diye konuştular. Ben de o eve gitmedim o akşam. Ama Serdar benim kadar şanslı olmadı. Daha geç bir vakitte gitmiş o eve. Kapıda karşılamışlar Serdar’ı. Çok ağır yaralamışlardı. Bilinci hemen  kapanmadı ve Haluk Kırcı’ya ilişkin bütün detayları verdi.
Beklenmiyordu değil mi?
Derin bir şaşkınlıktı bir kere. Ne kadar ciddi bir terörün olduğunu bilirseniz bilin, yakıştıramıyorsunuz. İnsanlar cepte silahlarla gezerlerdi ama TİP yöneticilerin en ciddi kaygılarından bir tanesi partinin silahlı eylemlere bulaştırılmasıydı. Zaten sonra diğer çevrelerde çok eleştiri aldık. Altından kalkılması nereden bakarsanız bakın  çok zor bir olaydı. Partide örgütte “Keşke silahımız olsaydı” gibi bir hava esmedi. Ama hak etmediğiniz bir  davranışa maruz kalıyorsunuz. Ölüm kayıtsız kalınabilecek bir durum değil. dolayısıyla o korku, o endişe hep bir arada olmuştur. Popüler çocuklardı üstelik bunlar. Çok eğlenceli, zeki insanlardı. Mizah duygusu kuvvetli  insanlardı. Ankaralı değillerdi. Bekar evinde kalan, öğrencilik yapan ama siyasal dinamizmi yüksek insanlardı. Faruk ve Serdar ayrıca yakışıklı, cazibeli de çocuklardı. Faruk gençlik örgütünün Ankara şube yöneticisiydi. Bahçelievler olayıyla ilgili şunu söylemek lazım, bu olayın iki faili dışında hepsi yakalandı, birisi Abdullah Çatlı.  Çatlı’nın talimat verici olduğu biliniyor. Faillerin önemli bir kısmının yakalanmış ve ceza almış olmasından  hareketle “Bunun arkasında kontrgerillaya rastlanamadı” denmesinin lüzumsuz bir tedbirsizlik olduğunu düşünüyorum. Çatlı’nın kim olduğunu, bu olayla ilgili sorgulanmadığını biliyoruz. Çatlı’nın en kirli siyasal  operasyon gücünün içinde bir adam olduğu bilinirken, “kontrgerillaya rastlayamadık” demek hatalıdır, en azından olağan şüphelidir.
Serdar Alten’le görüştünüz mü?
Hacettepe Hastanesi’nde görüştük. Bilincinin açık olduğu bir dönem oldu. İlk gün iyiydi mesela. Biz ilk  günlerde yaşayabileceğini düşünüyorduk. Behice Boran da görüştü. Ama çok fazla kurşun yarası vardı. Bir  tanesi de bel kemiğine gelmişti, sanıyorum yaşasaydı da felç olacaktı. Ama çok ağır yaralı olmasına rağmen o çok kısa dönemde çok önemli bilgiler verdi. O dönem devletin de hali bir tuhaftı. Şimdi biliyoruz ki kontrgerilla diye bir şey vardı. Bir yandan da devletin legal yapısı vardı ve bu yapılar da bölünmüş durumdaydı. Dürüst Oktay diye bir komiser vardı, bizimle işbirliği yaparak bu işin üzerine gitti. O dönemin devlet yapılanması da  çok kaotiktir. İşini yürüten bir yapının olduğu da çok açıktır ama o emniyet teşkilatı içinde öyle davranan da var böyle davranan da var. Kontrgerillanın adamı olan da var, bakana bağlı çalışan da var. Katliamdan son anda kurtuldum
Helikopter kazasıyla hayatını kaybeden Muhsin Yazıcıoğlu’nun da ismi Bahçelievler Katliamı’na karışmıştı...
Yazıcıoğlu o dönemin bedelini de ödemiş bir insandır bir yanıyla. Onlar o dönem politika yaparken, devletle her türlü kirli siyasette iç içeydiler ve bundan da belli ki iktidar umuyorlardı. Ama 12 Eylül bu yapıları ciddi  şekilde tasfiye etti, kendi yapısına dokundurtmadı. MHP 12 Eylül’den bence önemli dersler çıkardı. Milliyetçi  ideolojiyi devletin dışında kurmaya karar verdi. Parlamenter politikayı esas aldı. Kendini legalitede tanımlayıp, devletle mesafe koyarak bence çok önemli güvenceler yaratmış oldu. Çünkü darbeci iktidar yapısının MHP  gibi bir yapıyı sokak gücü olarak kullanması felakete yol açardı. Şu anda Alperenler etrafında yürütülen  kuşkular önemli. Alperenler ideolojik kurgu olarak, insan malzemesi olarak pekala kullanılmaya müsait olabilir.

2 yorum:

  1. Bloğunuzdan istediğimiz verileri bulduk ve yararlandık , teşekkür ederiz. İlaçlama hizmetleri olarak başarılarınızın devamını dileriz.

    YanıtlaSil
  2. 78 Kuşağı, bilinçsizce birilerinin uşağı. Bazıları olgunlaşıyor, anlıyor. Bir bölümü hep kabak tadında kalıyor.

    YanıtlaSil