27 Ekim 2010

Bennu Yıldırımlar: Mahallenin Yırtık Kızı Hiç Olmadım...

Önce 90’lı yılların kült dizisi Süper Baba’daki Elif karakteriyle kalbimizi kazandı. Ondan on yıl sonra Yaprak Dökümü dizisinin sabırlı Fikret’iyle girdi evimize tekrar. Fikret’i sahnede de  canlandıran, bir sezona hem oyun hem dizi sığdıran, yaz tatilinden sıkılıp, araya bir de film  sıkıştıran Bennu Yıldırımlar’la bu yoğun tempoyu konuştuk. “Günüm 7’de başlar” diyen  Yıldırımlar, hiç mahallenin oyuncu kızı olmamış, aile ortamında gösteri yapmamış, “Fazla  normalim galiba” diyor. Kendini sakin biri olarak tanımlayan Yıldırımlar’a katılmamak mümkün  değil, “sakinlerden korkmak lazım....”


Nasıl başladınız oyunculuğa? Ailenizde oyuncu var mı?
Ailemde hiç oyuncu yok. Bence olmaması da daha iyi. Ama insanın buna karşı çıkan bir ailesi olmaması daha iyi zaten. Birçok insanın içinde bir istek oluyor, aileler karşı çıkabiliyor. Benim şansım buna karşı çıkan bir  ailem yoktu, sadece “Hadi dene bakalım” dediler. Bir senesi hazırlık olmak üzere beş sene okudum, beşinci seneden sonra babam “Evet sen tiyatrocu oldun galiba” dedi. O önem vermezmiş gibi görünüyordu. Sonuçta aileler için tiyatro elle tutulur bir şey olmayabiliyor, benimkiler de “Benim kızım bir şey deniyor” dediler.
Sahnede görünce mi anladılar oyuncu olduğunuzu?
Annem değilse de, babam sanırım okul bitirme oyununda daha iyi algıladı. Sonu nereye varacağı bilinmese de bir üniversite bitiriyorsunuz ve oyunculuk okuyorsunuz. Okul oyununu gördüklerinde mezun olduğum  kanıtlandı.
Lisede mi oyunculuğa ilgi duymaya başladınız?
Ben öyle çok büyük taklitler yapan, aynalar karşısında şarkı söyleyen bir çocukluk geçirmedim. “Hadi kızım teyzelere şu taklidi yap” dedikleri bir ortamda büyümedim. “Mahallenin yırtık kızı” kıvamında bir insan olarak yetiştirilmedim. Biz de oyunculuk bazen böyle karıştırılabiliyor. “Mahallenin yırtık kızları ve erkekleri nasıl olsa oyuncu olacak” denilebiliyor. Sakindim. Sakinlerden korkun zaten. Deneme isteğiyle başladım. O zaman,  1985’te, Belediye Konservatuarı henüz İstanbul Üniversitesi’ne bağlanmamıştı. Belediye Konservatuarı’nın şansı hem bir sene hazırlık okuması, hem de konservatuarla birlikte bir üniversiteye gidebilme şansı vermesiydi. Ben bir sene okuduktan sonra tekrar üniversite sınavına girdim. Eski Yunan Dili ve Edebiyatı bölümünü kazandım. İki yıl konservatuarla birlikte onu götürdüm ama konservatuar üniversiteye bağlandıktan sonra, ikisi  çok ağır geldi. Sonuçta konservatuarın tiyatro bölümünden mezun oldum.
Mezun olur olmaz İngiltere’ye gittiniz değil mi? Dönünce hiç hayal kırıklığı yaşadınız mı?
Kendimi geliştirmek, dil öğrenmek için İngiltere’ye gittim. Böyle bir ülkede yaşadığınız zaman çok büyük hayal  ırıklıkları yaşamıyorsunuz. Dışarıda on sene on beş sene yaşarsınız Türkiye’ye geldiğinizde hayal kırıklığı olur  belki ama bu da yetiştiriliş tarzınızla ilgili. Afganistan olmadığımız için şanslıyız. Türkiye sizin kabul ettiğiniz bir  ülke. Burada yaşamaya devam edeceksiniz. Standartlarını biliyorsunuz, neler döndüğünü biliyorsunuz. İngiltere tabii tiyatrodan yeni mezun olmuş biri için eşi bulunmaz bir yer. Çünkü bir kere tiyatronun beşiği ve hiç  durmaksızın yaz da dahil olmak üzere bir sürü prodüksiyon izleme şansı sunan bir yer. 1988’de Şehir  Tiyatrosu’na yevmiyeli girmiştim. O sırada başladığım bir oyun vardı. 1,5 yıl sonra döndüğümde o oynadığım  oyun yine devam ediyordu ona devam ettim. Ama altmış-yetmiş prodüksiyon izlemiş olarak döndüm.
Oyun izlemeyi de seviyorsunuz galiba...
Şehir Tiyatrosu’na girdiğim için bütün prodüksiyonlarını izliyordum. Bir de bir hastalık vardır bende, son iki yıldır yapamıyorum ama, bütün oyunlara gitme hastalığı. Bir ara çıkarmıştım “Ben kendim ödül vereceğim” diye. “En ödül vermeye hazır insan benim çünkü hepsini izliyorum” diyordum. Jüri üyelerinin hepsini izlediğine  inanmıyorum. Şaka bir yana, ben her şeyi izliyordum gerçekten. İki senedir başka bir yoğunlukta geçtiği için daha fazla seçiyorum. Bir de oyun oynuyorum. Oyun oynadığınız zaman da izleyemiyorsunuz.
İngiltere’den  döndüğünüz zaman tam Yeşilçam’ın durulduğu dönemler. Siz o dönemde sinema filmlerinde de rol aldınız.
Gençliğim de benim hep duraklama dönemiyle geçiyor. Anlamadım ki ben. Çok bilimsel olarak ilerleyen bir yer olduğuna inanmıyorum. Her şey kişisel çabalarla, özverilerle gelişiyor. İlk filmin çekildiği tarihten bugüne kadar daha büyük gelişmelerin olmasını insan hayal ediyor ama böyle bir ülkede yaşamadığınızın da farkına varıyorsunuz. Çok kişisel sinema dünyası olan insanlar var. Saygı duyuyorum. Daha da büyük gelişmeler insan bekliyor, ölmeden önce görmek istiyorsunuz. Kaç Para Kaç, Eski Fotoğraflar’dan sonra on yıl ara vermiş  oldum. Ben bütün Türk filmlerini de izleyen bir insanım, en kıyıda köşede kalmış olanına kadar. İzliyorsunuz, izlemekten sevinç duyduğunuz anlar oluyor, hüsrana uğradığınız anlar oluyor ama bu arada sadece Türk  sinemasıyla hayatınız geçmiyor. Dünyadaki filmleri zamanında izleyebiliyoruz. Onlar başka gelişim içindeler. Aramızda da bir fark oluyor doğal olarak. Bizim en büyük sorunumuz sanırım senaryo yazımından  kaynaklanıyor. Çok büyük prodüksiyonlar olması gerekmiyor. İnsanı gerçekten içeren, anlatan senaryolar bizim sorunumuz sanırım. Bir oda içinde üç kişiyle de geçirirsiniz, çok da büyük sermaye gerektirmeyen, film de olur. Yüzüklerin Efendisi olması şart değil. Kısa filmlerde de rol alıyorsunuz... Genç arkadaşların  senaryolarını inceliyorsunuz, içinde kendinizin de bulunmasını isteyebiliyorsunuz. Zaman olunca yer almaya çalışıyorum. İnanın gerçekten çok yoğun. En son Kars Filmleri için çekilen beş tane filmden birinde rol aldım, çok da büyük zevkle rol aldım, çünkü gelişmeye çok açık, diyalog kurabileceğiniz olgun insanlarla  karşılaşıyorsunuz. Bu da insana şevk veriyor. Oyunculuğun ana kuralı zaten yaptığınız şeye inanmak. Siz ne kadar inanırsanız o kadar verimli olabilirsiniz. En son 20. Uluslararası İstanbul Kısa Filmler Festivali için ön jüri üyeliği yaptım. 160 kadar kısa film izledim, gözlerim o yüzden çok yorgun. Nazan Kesal, Natali Yeres’le  birlikte dört gün boyunca izledik. Kısa filmlerin desteklenmesi gerekiyor çünkü bunlardan insanlar ne kadar deneyim kazanırlarsa, uzun film çekerken kendilerini o kadar rahat hissedecekler. 29 tanesini izlenebilir  gördük, onları ayırdık.
Siz bir yerde Yaprak Dökümü’nün sabırlı Fikret’ini canlandırırken, bir yerde de tiyatroda farklı karakterlericanlandırıyorsunuz, zor olmuyor mu bu tempo?
Benim asıl görevim tiyatro. Geçen sezonda Anton Çehov’un Üç Kız Kardeş’inde Maşa’yı oynadım, Fikret’le bağdaşmayan. Jean Paul Sartre’ın Saygılı Yosması’nı oynadım ki, şükürler olsun hiç benzemiyor Fikret’e. O açıdan da, oyunculuk açısından da farklı şeyi deneyebiliyorsun. Ama bu benim kendi şansım. Bunları bir arada bulamayabiliyorsunuz. Biraz koşuşturmalı geçiyor hayatım ama bu olanaklar varken bunları oynayabilmek zevkine erişebiliyorum.
Yaprak Dökümü’nde Fikret karakterini hem televizyonda, hem tiyatroda canladırdınız. İki deneyimi ayrı ayrı  yaşamak nasıl bir his?
Dizinin uyarlama olması nedeniyle kendi sürprizleri var. Tiyatroda Reşat Nuri’nin kendi uyarlamasını  oynuyorsunuz. Dizinin üçüncü sezonundayız. Romanın omurgası takip edilerek, sizin günümüzün şartlarında bir Fikret’i oynamanızı sağlıyorlar. Fikret’in de şartları ona göre değişebiliyor. Heyecan verici olabiliyor. Biri  romanı tam olarak takip ediyor, ikincisi yeni şartlardaki Fikret’i anlatıyor diyeyim.
Dizi uyarlamalarının eserin aslından uzaklaşıldığı eleştirilerini nasıl karşılıyorsunuz?
Daha önceki uyarlamalar romandan uyarlama. Dizi, romanı günümüze uyarlıyor. Şartları daha farklı olabiliyor. Bunları edebiyat eleştirmenleri, sosyologların ele alması gerekiyor. Bizler büyük izleyici kitlesine sahip bir işin  içindeyiz. Her şeyiyle kaliteli gidiyor. Bütün bunlar da zaten ekrana yansıyor. Birbiriyle alışverişi iyi olan bir ekibiz. İnsanlarımız çok fazla kitap okumaya meyilli değil, merak uyandırıyor. Yaprak Dökümü’nü pek fazla  bulamıyorsunuz raflarda. Bu özel bir şey, hoş. Şimdi Aşk-ı Memnu’da aranacak muhakkak. Esas romanda  diğer aile fertlerinin geçişleri, ilişkileri ev dışında o kadar anlatılmaz mesela. Biz de doğal olarak bir dizi ve daha fazla toparlayıcı, kenetleyici bir durum var. Biz de yeni öğreniyoruz neler olacağını.
Dizi nasıl gidiyor diye kendi aranızda konuşuyor musunuz?
Yani büyük kritikler, konuşmalar geçmiyor aramızda. Gelen sahneleri elimizden geldiğince sahici yapmaya çalışıyoruz. İçten olmaya çalışıyoruz. Ekibin anlaşması, uyumu da bu yüzdendir. Uyumlu olduğu için uyum seyreden insanlara geçiyor. Bizim setimiz çok düzenli, matematiği çok yüksek bir set. Şanslıyım ki böyle bir set ortamında çalışıyorum. Bizimkisi başından beri  oturmuş bir yapıya sahip.
Bu arada bir de sinema filminde rol  aldınız. Gökten Üç Elma Düştü ne ara çekildi?
Boşluğum vardı yazın sinema filminde rol alabildim. “Yaz tatili yapmayayım bari, bir film çekeyim arada”  dedim. Bir on yıl sonra bir film daha çekerim bu işi kapatırım.
Filmdeki canlandırdığınız fahişe karakteri çok tartışıldı...
Niye tartışılıyor görülmeden anlamıyorum ki? İçinize sinecek bir projede yer almak istiyorsunuz. On sene içinde de teklif geldi ama sizin oynamanızla çok fazla bir şey değişmeyecek rollerden kaçmaya çalıştım. Üç hikayenin birbirine geçtiği, üç karakterin başa başa gittiği bir film projesi gerçekten etkiledi beni. Yazım şekli  ve üç kişinin ortak bir aile durumuna gelmesi de etkiledi. Temmuz ayı boyunca çalıştık. Antalya Film  Festivali’ne seçilen filmler arasında yer alıyor şimdi. Biraz fazlasıyla normal bir insan olduğum için benden ne  çıkarabileceklerini hep merak ediyorum. Olmadık şeyler de çıkarılabiliyor tabii. Bu sizin dışınızda oluyor. Çünkü normal olan sanırım o kadar haber niteliği taşımıyor. Duruyorum ediyorum, genel geçer bir kadın tipinden farkım yok. Öyle olunca da ne bulsak da bu kadını okutsak diye düşünüyorlar galiba.
Bu sezon yine  tiyatroda rol alacak mısınız?
Bu sezonda ilk dönem Anton Çehov’un Üç Kızkardeş’ine devam edeceğiz. İkinci sezon için bir provam söz konusu olabilir. Belli bir tempoya alıştığınızda bu tempodan yoksun kalınca garip hissediyorsunuz kendinizi.  Yaz o yüzden sevdiğim bir mevsim değildir. Bana bir görev ver, sonuna kadar yapayım, sorumluluk sahibiyimdir. Çok büyük projelerin olduğu bir ülkede yaşamıyoruz ki. Daha bu ülkede ne olacağı belli değil.
Güne saat kaçta başlıyorsunuz? 
Yedide. Hep böyle bir rutinim var. İşim olmadığı zaman da vücut kalkıyor.  Yazın da öyleydi. Sabaha karşı geliyorsunuz işten ama gündüz uyuyamıyorsunuz, vücut alışkın, erken kalkmak baki o yüzden. Hayatı organize et, çocuğu organize et, iş yaşamını organize et, bu kadar zaman tutuyor. Hele  evin içindeyseniz mutlaka yapılacak birçok iş var.
Meme kanserinin önlenmesi için Bennu Gerede’ye verdiğiniz pozları Meme Vakfı kabul etmediğini açıkladı. Bu konuda size bir açıklama yapıldı mı?
Biraz daha beklemekte fayda var. Onların kendi aralarındaki şeyler beni ilgilendirmiyor, zamanla bir şekilde ortaya çıkacak. Hiçbir şeyin kötü niyetle yapıldığına inanmıyorum. Bu tip vakıflar Türkiye için olması gereken vakıflar. Yeter ki insanlar bilinçlenebilsin, kimsenin çıkarı yok bu işin içinde.
Bu türden başka sosyal sorumluluk projelerinde yer aldınız mı?
Mesela en son Pozitif / Negatif Yaklaşımlar 2009 Ajandası için poz verdim. 1 Aralık Dünya AIDS günü Fotoğraf Sergisi için poz verdim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder