30 Ekim 2010

Güven Kıraç: Oyuncuların Seçme Şansı Yok...

Masumiyet filminde “Sevdim abla” repliğiyle gönüllerimize taht kuran Güven Kıraç, o günden bugüne çektiği  filmlerle sessizce yoluna devam etti. Yıllar sonra bir komedi filmi Kirpi’yle karşımıza çıkan Kıraç, gişeden umutlu değil. “Belden aşağı vurmadan komedi olmuyormuş” diyor

Kirpi filminde Mazhar Alanson’la çalıştınız. Nasıl bir çekim oldu?
Güzel, diğer oyuncu arkadaşlardan farkı yok. Temeli oyunculuk zaten. Ara vermiş de olsa Cem Yılmaz’la yaptığı filmlerle geri döndü. Son yıllarda iki film yaptı. Set adabını bilen, oyunculuğa fazlasıyla kafa yoran bir  yapısı var. Gayet uyumlu çalıştık.
İkili Laurel-Hardy’ye benzedi diyorsunuz.
Mazhar ağabeyin yakıştırması. O öyle görmek istiyor herhalde. Biz çok anlaştık ve seviştik. Öyle bir elektrik  var aramızda. Benim ona çok büyük bir saygım var. Hem büyüğüm olduğu için hem MFÖ’nün Mazhar’ı  olduğu için. Çok sıcak bir ilişki oluştu aramızda, o da bu devam etsin istiyor. Daha yeni başlıyor. Bence seyredeceğiz onu daha.
MFÖ sever miydiniz?
Severdim tabii. Onları sevmeyen yoktur diye düşünüyorum. Bu grupla anısı olmayan bir tane insan yoktur diye düşünüyorum.
Mazhar Alanson’la çalışırken ikiniz de birbirinizi tamamladınız değil mi?
İki karakterde de obsesyon var. Kin gütme, öç alma konusunda ısrarcılar. Filmin komiği Tahir Yaman tabii.  Kızamıyorsun da. Makbul bir karakter değil ama öyle insanlar vardır ya çevrenizde, kızamazsınız. Sevimli  karakterler, klişeler, Türk ve Dünya sinemasında gördüğümüz karakterler. Göz hafızam onlarla doluydu. Tatlı, sevimli, ayak üstünde yalan uydurabilen adamları biz seyretmiştik zaten Şener Şen’le, Jean Paul Belmondo’yla. Daha önce gördüğümüz klişeler bunlar. Sağlaması yapılmış karakterler sinemada, seyirciden tam not almışlar.  Öyle sevimli bir karakter beni çok zorlamadı açıkçası. Benim için keyifliydi.
Kirpi’nin Sulhi Dölek’in romanından uyarlanması, romanın önüne geçme, gerisinde kalma kaygısı yaratmadı mı?
Biz bir şeyi sinemaya aktarıyoruz. Kitap okuyucunun kendi kafasında yarattığı bir hikaye. Her okuyucunun ayrı Tahir Yaman’ı var. Senaryonun çok uzağında bir şey olduğunu, romana çok büyük bir ihanet içinde  olduğumuzu düşünmedim. Sulhi Dölek’in Erdal Murat Aktaş’a kendi vasiyeti zaten. Aktaş ikinci filminde çok çalışmıştı dersine. Hazırdı. Çok heyecanlıydı, duyguluydu filme dair. O da hepimize geçti.
Sizi ilk Zeki Demirkubuz’un Masumiyet filmiyle tanıdık. Bu filmin çekildiği dönemler Türk sinemasında da çok fazla üretimin de olmadığı dönemlerdi.
Bir yaratım kısırlığı vardı. Benim duruşum biraz bağımsız filmlerden yana. Ama son yıllarda artık değişimin önünde durmak mümkün değil, işler sinemada çok istediğim gibi gitmeyince, bağımsız yapımların da çok fazla  olmadığını gördükçe, büyük projelerin içinde olmaya da “Evet” dedim ben. Sinema zaten Türkiye’de insanların kendi çabalarıyla ilerleyen bir şey. Onun için sinemanın böyle olduğunu bilerek herkes bu işlere giriyor. “Ne kadarsa, o kadarla yaparım” diye bir delilikle ortaya çıkıyor. Sinema da zaten buradaki üç beş deliyle ilerliyor. Türkiye’de de tabii ki ticari film olsun ama ticari filme gösterilen değer kadar dünyada sanat filmlerine de ilgi  gösteriliyor. Türkiye’de ikisi arasındaki fark çok açık. Ben bundan biraz mustaribim. Ortası yok. Her zaman taraf olman lazım, taraf olmazsan bertaraf olursun. Shakespeare’nin bir lafı vardır, kendime hep onu şiar  edinmişimdir, “Bilgili bir tek insan bilgisiz bütün bir kalabalıktan daha önemli olmalıdır” der. Benim  oyunculuğum da bunu bilerek geçti. Bir oyuncunun seyri de zor buradan bakarsak.
Sizin rol aldığınız filmlerin hepsi çok önemli ama Güven Kıraç isminin oturması için yeterli değil...
Gişe karşılığı için başka bir duruş, başka bir üslup lazım galiba. Bunu en son Kirpi’de de görüyorum. Binbir  umutlarla başladığımız, senaryosunun özenli olduğuna kanaat getirerek sete çıktığımız bir iş, ama gelin görün ki  rakamlar bize bunu söylemiyor. İlk üç gün izleyici 23 bin bir fiyasko. Ama sinirlenmekle de olmaz, bunu iyi analiz etmek lazım.
Sizin bağımsız yönetmenlerle de bir mesainiz var.

Oyunculuğu, sinemayı çok sevdiğim için olabildiğince ilk filmini çekse de yönetmen, eğer bana güven vermişse  onun filminde yer almaya gayret ederim. Birbirinden önemli yönetmenlerin kendi sinematografilerinde de çok önemli filmlerinde yer aldım. Zaten Zeki Demirkubuz gibi bir yönetmenin Masumiyet filmiyle başlamışım. O  çok büyük bir şans tabii. Sonra da o şansı değerlendirmek için çok özenli davrandım. Hâlâ da öyle devam ediyorum. Sinema benim için çok kutsal bir yerde duruyor. Çünkü beni hep mutlu etti ben de onu hak etmeye çalışıyorum.
Recep İvedik 2 filmi beklenirken, forum sitelerinde Kirpi daha başarılı bir film olarak görülüyor... Ama biliyoruz ki Recep İvedik 2’nin gişesi çok daha iyi olacak...

Kulvarlar farklı. Zaten o arkadaş da belden aşağı vurduğu için doğal olarak senin kulvarın farklı hakikaten. Bir özel tiyatroyla bir devlet tiyatrosunun rekabet etmesi olanaklı değildir ya onun gibi. Buradaki fark da çok adil değil. Komedi yapıyorsan biraz belden aşağı yapacaksın. İçinde bir düzeysizlik barındıracak, bir kabalık  olacak. O filmler iş yapıyor, onlar karşılık görüyor. Bizim de o kadarını almadığı için midemiz, yapmıyoruz. Çok zor biliyor musun ayakta? Bunların arasından slalom yapmak, ayakta durmak hakikaten kolay değil. Buradaki oyuncular zavallılar. Çok şey seçme şansın yok. Hakikaten amiyane tabirle ekmek parası durumu  var. Ona “Hayır” de, buna “Hayır” de. Kaç tane şeye hayır diyecek? Kolay değil.
İki iş aynı kefede değerlendirilince sizin başarısızlık hanenize yazılıyor...
Bizimki mi başarısızlık, onlarınki mi başarı? Kim neyi başarıyor, biz neyi başaramıyoruz onu çözmüş değilim tam olarak.
“Kötü işler yapıp Masumiyet’i seven insanlara ihanet etmek istemedim” demiştiniz...
Bana son dönemde bir sürü adını söylemek istemediğim filmden teklif geldi. Ticari işler var ya, komedi filmleri. Ama onları yapmaya hakikaten çok içim elvermedi. Senaryolarını hiç beğenmedim. Masumiyet’i seven  seyreden, özel bir yeri olduğunu düşünen insanlara ihanet etmek istemedim. Bu film benim için Sulhi Dölek imzasıyla önemliydi.
Masumiyet filminin sizde izi çok mu büyük?
İlk sevgiliniz gibi. Bizim o zaman filmimiz çok kısıtlıydı, çok küçük paralarla yaptık. 19 günde çektik. İnsan üstü bir çaba demek. O çapta bir film için. Ağır da bir atmosferi var.
Oyunculuğun yaşadığı mağduriyetle ilgili de bir girişiminiz var sizin...
Evet yeni bir oluşum kurduk, onun da geçen toplantılarından birini Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’la yaptık. Oy-Bir. Oyuncu Birliği’ni kurduk telif hakları meselesi için. MESAM ve MÜYAP bunu hayata geçirdiler,  müzisyenlerin teliflerini alıyorlar. Bunun bir muadilini yapmayı düşünüyoruz. Müzisyenler bir yol açtılar, bizim yine daha kolay olacak. Uçakta filmlerimiz oynuyor, televizyonlarda tekrarları oynuyor, adını bile bilmediğimiz  televizyon kanallarında filmlerimiz oynuyor, tüm bunların takibi büyük bir organizasyon istiyor. Sonrasında bir  oyuncu sendikası kurulmasını da konuşuyoruz, o da ikinci meselemiz.
Fazla dizi çekmiyorsunuz değil mi?
Dizi sadece para kazanmak için yaptığım bir şey. Tabii onu da iyi yapmaya gayret ediyorum ama dediğim gibi  elevizyondan çok hazzetmiyorum. Televizyonla ilişkimi ekonomik kullanmaya çalışıyorum. Türkiye’deki  televizyonu iyi bulmuyorum. Hoşnut değilim buradaki televizyonun varoluşundan. Onun içinde ben olabildiğince sinemamı yapmaya çalışıyorum. Oyuncuların telif hakları için bir birlik kuracağız
Onuncu filminizden sonra, Hürriyet Gazetesi’nin umut vaad eden on oyuncu listesinde yeraldınız...
Evet, evet öyle bir şey yapmışlardı. Ama umut vaad ediyor olmayı görmek de bir şey. Onuncu filmimden sonra umut vaadettim! Bir şey görülmüş geç de olsa. Bir şey yok, sorun yok. O arkadaş da kimbilir ne sıkıntı içinde, neler düşünüyor, neler yaşıyor? Ona da yazık...
Güven Kıraç ne yapar peki? Gündelik hayatını nasıl idame ettirir?
Benim bir sürücü kursum var. Çeşitli ticaret denemeleri yapma eğilimi içindeyim ki, yalnızca oyunculuktan gelecek paraya tamah etmeyeyim. Kursumuz var. Onun dışında bir takım işler hep kafamdan geçiyor onlarla  ilgili girişimlerde bulunuyorum, bir yerler alayım satayım diye. Ticaret yapma isteği var içimde çok. Biraz bazen zorlaşıyor oyunculuk meseleleri. Arka arkaya üç tane oynamak istemediğiniz film geldiğinde kolun kanadın  kırılıyor.
Araba kullanmaya özel bir ilginiz var değil mi?
Çok seviyorum araba kullanmayı, doğal olarak arabaları da. Benim çok yakın bir arkadaşım önemli bir sürücü  kursunun müdürlüğünü yaptı. O dedi ki “Bu çok güzel bir iş.” Doğru, lazım. Türkiye’de bitmeyecek bir iş. Biz  bunu Bebek’te açtık. Asıl talep motorsiklete var tabii.
Filmdeki şakalaşmalar bir yerden sonra çığrından çıkıp devlet meselesi haline geldi. O sıralarda da Ergenekon Operasyonu başladı. Bu gelişmeleri nasıl buluyorsunuz?
Çok kaygılıyım, büyük bir kaygı var içimde. O kadar çok ayrıntıya boğuyorlar ki bizi. O kadar allak bullak ettiler ki bizi. Hallaç pamuğu gibi. Neyi düşüneceğimizi, neyin doğru olduğunu ayrımsayamayacağımız bir kaosun içindeyiz. Bir sabah uyanacağız, bambaşka bir Türkiye’ye. Korkuyorum.
Siz nasıl bir yerde büyüdünüz?
Ben köyde çok bulundum, Adapazarlıyım, Akyazı’ya bağlı Kuzuluk köyü. Üç ay her sene bütün yaz tatillerimi  köyde geçiriyor olmaktan, olabildiğince orada olmaktan, hayvanlarla ilgilenmekten, doğanın içinde olmaktan  çok mutluyum. Ağaca çıkıp meyve yemekten çok şanslı olduğumu düşünüyorum. Zamanımın büyük çoğunluğunu çocuklukta köyde geçirdim. Hâlâ da köye gider gelirim. Depremde evimiz yıkıldıktan sonra 12 odalı evi anılarıyla bir köşede bırakıp yeni ev yaptırdık. Artık köye gittiğimizde orada kalıyoruz.

Gürbüz Özaltınlı: Bahçelievler Katliamında Kontrgerilla Olağan Şüpheli...

Gürbüz Özaltınlı’yı Ankara Barosu Felsefe Kulübü Başkanı. Oysa 30 yaşına kadar politika yapmaktan felsefeyle ilgilenme fırsatı bulamamış. 78 kuşağından, TİP Genç Öncü Merkez yöneticilerinden Özaltınlı’yla politikadan başka şeyle ilgilenmediği yılları, en yakın arkadaşlarını  kaybettiği Bahçelievler Katliamı’nı ve 78 kuşağının bugününü konuştuk...
 
Politikanın liselere kadar indiği bir dönemde yaşamışsınız. Siz ne zaman tanıştınız politik hareketle?
Bahçelievler’de büyüdüm, Cumhuriyet Lisesi’nde okudum. 1976’da ilk boykotu yaptık lisede. Ankara’dan 1 Mayıs’a gitmemizin öncesinde okul bahçesinde silahlı bir saldırı oldu, bir arkadaşımız boynundan yaralandı.  Ülkü Ocakları kaynaklı bir saldırıydı. “Toplu bir tepki oluşturalım” diye karar alıp, pazartesi günü derslere  girmedik. Çok kısa bir süre içinde bütün lise bahçeye indi. Emniyet Müdürlüğü’nden üst düzey bürokratlar geldi, yatıştırmaya çalıştılar.  Çok haklı bir zeminimiz vardı, can güvenliği. Bahçelievler Katliamı gerçekleştikten sonra, doğduğum, büyüdüğüm mahalleyi terk ettim. O kadar kendi memleketimdi ki orası. Kendimce bir dokunulmazlık vehmediyordum. Annem Vakıflar Bankası’nda çalışıyordu, gündüz vakti beni çevirip  dövmüşlerdi ona rağmen gitmemiştim. Bu olay sabah dikkatli çıkıp, akşam dikkatli dönmenin hiçbir manası olmadığını gösterdi. Bu kadar infial boyutu baştan düşünülerek mi tasarlandı bu olay bilmiyorum ama sonucu  çok çarpıcı oldu. Terör çıtasını yükseltti.
Bu kadar küçük bir yaşta nasıl bu kadar politik olabiliyordunuz?
Ağabeyim 12 Mart’tan önce Türkiye İşçi Partisi’nde (TİP) merkez yöneticisiydi. Onun etkisi vardı üzerimizde. 12 Mart’tan önce Sosyalist Gençlik Örgütü’nün ilk seminerlerine gitmiştim. Sosyalist kavramlarla ilk o zaman tanıştım. Araya 12 Mart girdi. 75 yılında TİP kuruldu, 18 yaşındaydım, günümün tamamı politika konuşarak geçiyordu. Aşırı politizasyon söz konusuydu zaten o dönem.
Politika hayatınıza nasıl sirayet ediyordu?
78’lilik diye kavramsallaştırılan ve üzerinden çok da düşünülmeyen bir dönem var. 68’lilik nasıl başlı başına bir erdem kategorisine dönüştüyse, 78 içinde insanlar yaygın olarak bunu yaptılar. O dönemin karakteristik özelliklerinden biri aşırı politizasyon. Politika bütün havaya hakimdi, hayatın en kapsayıcı, en değerli, bütün  anlamlarının üstünde bir alan olarak algılanıyordu. Sanat, felsefe, bilim,  iir, aşk, bütün bunlar politikaya tabii olduğu sürece mana ifade ediyordu, bu alanlar politikaya tercüme edilebildiği kadar değerliydi. Biz Nazım Hikmet’ten başka şair yok zannediyorduk. Bir takım vulgar, küfürlü müzikleri müzik diye dinlerdik. Edebiyat diye propaganda öncelikli niteliksiz romanlar okurduk. Bilimi fetişleştirirdik ama bilim diye bildiğimiz bilimin  karikatürüydü. “Toplumlar maddeler gibi yasalara uygun hareket eder” diye düşünmeyi bilim sayıyorduk. 70’li  yıllarda sosyalleşmiş gençler hep felsefeyle ilişki kurduklarını düşünürdü. Felsefede iki karşıt görüşü temsilen  sadece Berkley ve Karl Marx var sanıyorduk. Daha sonraki yıllarda Berkley’den kitaplarda özel olarak bahsedilmediğini, Marx’ın da doğrusunu isterseniz felsefeciden sayılmadığını gördüm. “24 saat partililik” diye bir kavram üretmiştik parti içinde. İnsanların entelektüel dünyalarını kurduğu yaşlardı o yaşlar. Siz 30 yaşınıza kadar dünyanızı bu kadar sığ kurmuşsanız, 30 yaşından sonra rock müziğin tarihi, sanat, edebiyat, bunlara  ulaşmanız daha zor oluyor. Ben 40 yaşında okudum Suç ve Ceza’yı. O dönem bütün dünyayı bilme  iddiasındaki, bütün dünyayı değiştirme gücünü kendine vehmeden 78’lilerden zannetmiyorum ki klasik edebiyat üzerinden ciddi birikim elde etmiş olsun. Bunları aşmış, bunların farkına varmış bir kibirle söylemiyorum bunu  ama bu fukaralığı, zamanında elde edilememiş şeyleri sonrasında kapatmak zordur ve ben de kendimi bunları  kapatmış bir insan olarak tanımlamam. Ama bunlarla yüzleşmek zorundayız.
Hiç kimse çıkıp “Ben bu müziği  de beğendim” ya da “ben bu insandan hoşlandım” demiyor muydu?
Makbul değerler böyle şekillendiği andan itibaren siz o değerlerin etkisinde kalıyorsunuz. Bu tarz bir  politizasyon içinde yaşamak makbulse öbür türlü ihtiyaçlarınız ihtiyaç olmaktan çıkıyor. Öyle bir alanın farkına bile varmıyorsunuz. Dönemin bir diğer karakteristik özelliği de cemaatçilikti. Bir birey ancak bir topluluğun  içindeyken anlamlı, önemliydi. Bireysellik dışlanmayı gerektiriyordu. Çok koyu bir cemaatçilik ve aidiyet  duygusu hakimdi. 80 darbesinden sonra o cemaat yapıları bir zorla karşılaşarak dağıldı. Herkesin içinde var olduğu zaman kendini var ettiği yapılar darbe aldı. İnsanlar toplumda tek kalmanın ne demek olduğunu  bilmiyorlardı. 80’den sonra en derin bunalımımı bu yüzden yaşadım. Kiminle konuşacağım, nerede konuşacağım, toplumun diğer üyeleri neyle ilgileniyor? O konulara ilişkin bir sözüm olmadığını gördüm. Çiçek, böcek, hayat, aile... Hiç birinden haberimiz yoktu.
Sadece politika konuşup, eyleme mi gidiyordunuz?
Eylemi yüceltip, bilgiyi küçümsüyorduk. TİP’in bir dergisi vardı, Yürüyüş, Yalçın Küçük, Metin Çulhaoğlu, Mehmet Aközer’in yazdığı, Nezih Danyal karikatür çizdiği. Her hafta dergileri paketlerdik. Öyle bir ruh hali içindeydik ki, dergi paketlemeyi yazı yazmaktan daha önemli sayıyorduk. Birikim Türkiye’deki en önemli entelektüel girişimlerden biri olduğu halde, o dönemin havası içinde yok sayıldı. Cemaat nostaljisinin insani zaaflara dair bir masumiyetinin olduğunu söyleyebiliriz ama bir yönüyle de bizi taşlaştırır, tarihte bir yerlere  saplar bırakır. Bu günden kopartır. Cemaat nostaljisi içinde olanlar olaylara kendi cemaatlerini ne kadar ilgilendiriyor sorusu ile yaklaşırlar. Kendi cemaatlerinin inisiyatifinin olmadığı süreçlere kayıtsız kalırlar. Bu kuşak 78’lilik denilen algı ve davranış kalıplarından uzaklaştı ama bu bir iz olarak kendini sürdürdü.
12 Eylül’ü yaşayanlar bu açıdan Ergenekon sürecine dahil olamıyor mu?
Ergenekon’u kendi dışlarında olan, kendilerini o kadar da fazla ilgilendirmeyen bir meseleymiş gibi algıladılar. Kendilerini birinci dereceden ilgilendiren bu meselenin müdahili olamadılar. Cemaat kimlikleriyle hesaplaşmasını kapatmış olanlar, kendilerini toplumda yalnız, fırlatılmış, sorumluluk bunaltısı diye tarif edilen şeyi daha fazla yaşayanlar bu meseleye tepki gösterdiler. Ergenekon konusunda risk alarak taraf oldular.
Faili meçhuller, kayıplar da onları da ilgilendirmiyor mu?
Doğru ama öyle olmadı. Ergenekon bir kavram bir sembol. Bütün tarihi boyunca oluşmuş iktidar yapısıyla hesaplaşıyor Türkiye. Çok derin bir rejim meselesi yaşanıyor.
Okul boykotundan sonra ne yaptınız?
TİP’te gençlik örgütünü kurduk. 1976’da Hacettepe Sosyoloji Bölümü’nü kazanmıştım ama lisedeki boykot  yüzünden parti içinde dikkat çekmiştim. Ankara İl Başkanı devam mecburiyeti olmayan bir okulda okumamın daha iyi olacağını söyledi, Hukuk Fakültesi’ne girdim. Hayatı politikaya göre yaşadığımız için mezun olup olmayacağımızın anlamı yoktu. 12 Eylül’de cezaevine girmedim. Ama kaçak yaşadım. Evim basıldı, balkondan atlayıp kaçtım. Evlenmiştim, çocuğum olmuştu. çocuk üç günlüktü, sokağa çıkma yasağı vardı. Kasım ayının sonuydu, paltomu giydim, kaçtım. Rastgele bir apartmana girdim, merdivene oturup sokağa çıkma yasağının  bitmesini bekledim. Saat üç gibi bir resmi araba geldi, durdu. Arabadan bir subay indi ve yandaki apartmana  girdi. İstanbul’a geldim, üç dört tane arkadaşımla karşılaştım. Koloni hayatını yine inşa ettik. Bu yaşananlar o  kuşağın eleştirilmesini de zorlaştıran şeylerdir aslında. Bu solun bir köşede kendi kendine yarattığı bir kimlik değildi. Meseleyi kişisel almamak gerekiyor. Bu o soğuk savaş dünyasının sert ikliminde otoriter, buyurgan devlet rejimi altında kimlik bulmaya çalışan bir toplumun yarattığı bir soldu. Bu tarih buna elverdi, alınganlığa  gerek yok.
Avukat olduktan sonra tekrar dönüp felsefeyle ilgilendiniz değil mi?
Ankara Barosu’nda Felsefe Kulübü kurduk. Amatör katılımla felsefe eğitimi ve tartışmaları düzenliyoruz.  Mayıs ayında yine yedi hafta sürecek bir programa başlayacağız. Ali Bayramoğlu, Baskın Oran, Ömer  Laçiner, Mithat Sancar, Fuat Keyman, Bejan Matur, Ahmet İnsel gibi isimler davet edildi. Önümüzdeki bir  kaç gün içinde konferans başlıkları ve tam takvim kesinleştirilecek.
Tam da faili meçhullerden bahsetmişken, siz Bahçelievler katliamının tanığısınız.
Kolay unutulacak bir olay değil. İstikrarsızlaştırma süreci ve terörün tırmandırılması döneminin köşe taşlarından biriydi. Toplumun paniğe kapılması, mevcut rejimden umudu kesmesi şok eylemler gerektiriyordu. Akşamlarda en son haberlerde yurdun dört tarafından ölen insanların isimlerin verildiği ölüm haberleri vardı, sarsıcı etkisini  yitirmişti. Terör stratejik bir amaç olarak kullanıldı. Ev, size ait, özelinizi yaşadığınız mekan. Bu mekana  girilmesi çok çarpıcıydı. Yedi genç aynı akşam öldürüldü, bu da çok çarpıcıdır. Terörle, çatışmayla alakası olmayan, adı legaliteyle anılan bir partinin üyesiydiler. Çok ciddi bir şok yarattı. Ben o zaman 22 yaşındaydım, Bahçelievler’de oturuyordum. 25. Sokak’ta oturuyordum, olay 15. Sokak’ta oldu. Çok yakın  arkadaşlarımızdı, Faruk, Hürcan ve Salih. Diğer ölen çocuklar il temsilciler toplantısı için gelen parti delegeleriydi. Düzenli gelip giderdik o eve. Bekarlık hallerinin tamamını beraber yaşardık. Dokuz gün sonra ölen Serdar’la (Serdar Alten) beraberdim ben o akşam. Serdar’ın da evi o sokaktaydı, hemen her akşam o eve giderdi. Toplantıdan çıktık, “O eve gidelim” diye konuştuk. Nişanlıydı, Sema’yla konuştu, onlar da “Sinemaya gidelim” diye konuştular. Ben de o eve gitmedim o akşam. Ama Serdar benim kadar şanslı olmadı. Daha geç bir vakitte gitmiş o eve. Kapıda karşılamışlar Serdar’ı. Çok ağır yaralamışlardı. Bilinci hemen  kapanmadı ve Haluk Kırcı’ya ilişkin bütün detayları verdi.
Beklenmiyordu değil mi?
Derin bir şaşkınlıktı bir kere. Ne kadar ciddi bir terörün olduğunu bilirseniz bilin, yakıştıramıyorsunuz. İnsanlar cepte silahlarla gezerlerdi ama TİP yöneticilerin en ciddi kaygılarından bir tanesi partinin silahlı eylemlere bulaştırılmasıydı. Zaten sonra diğer çevrelerde çok eleştiri aldık. Altından kalkılması nereden bakarsanız bakın  çok zor bir olaydı. Partide örgütte “Keşke silahımız olsaydı” gibi bir hava esmedi. Ama hak etmediğiniz bir  davranışa maruz kalıyorsunuz. Ölüm kayıtsız kalınabilecek bir durum değil. dolayısıyla o korku, o endişe hep bir arada olmuştur. Popüler çocuklardı üstelik bunlar. Çok eğlenceli, zeki insanlardı. Mizah duygusu kuvvetli  insanlardı. Ankaralı değillerdi. Bekar evinde kalan, öğrencilik yapan ama siyasal dinamizmi yüksek insanlardı. Faruk ve Serdar ayrıca yakışıklı, cazibeli de çocuklardı. Faruk gençlik örgütünün Ankara şube yöneticisiydi. Bahçelievler olayıyla ilgili şunu söylemek lazım, bu olayın iki faili dışında hepsi yakalandı, birisi Abdullah Çatlı.  Çatlı’nın talimat verici olduğu biliniyor. Faillerin önemli bir kısmının yakalanmış ve ceza almış olmasından  hareketle “Bunun arkasında kontrgerillaya rastlanamadı” denmesinin lüzumsuz bir tedbirsizlik olduğunu düşünüyorum. Çatlı’nın kim olduğunu, bu olayla ilgili sorgulanmadığını biliyoruz. Çatlı’nın en kirli siyasal  operasyon gücünün içinde bir adam olduğu bilinirken, “kontrgerillaya rastlayamadık” demek hatalıdır, en azından olağan şüphelidir.
Serdar Alten’le görüştünüz mü?
Hacettepe Hastanesi’nde görüştük. Bilincinin açık olduğu bir dönem oldu. İlk gün iyiydi mesela. Biz ilk  günlerde yaşayabileceğini düşünüyorduk. Behice Boran da görüştü. Ama çok fazla kurşun yarası vardı. Bir  tanesi de bel kemiğine gelmişti, sanıyorum yaşasaydı da felç olacaktı. Ama çok ağır yaralı olmasına rağmen o çok kısa dönemde çok önemli bilgiler verdi. O dönem devletin de hali bir tuhaftı. Şimdi biliyoruz ki kontrgerilla diye bir şey vardı. Bir yandan da devletin legal yapısı vardı ve bu yapılar da bölünmüş durumdaydı. Dürüst Oktay diye bir komiser vardı, bizimle işbirliği yaparak bu işin üzerine gitti. O dönemin devlet yapılanması da  çok kaotiktir. İşini yürüten bir yapının olduğu da çok açıktır ama o emniyet teşkilatı içinde öyle davranan da var böyle davranan da var. Kontrgerillanın adamı olan da var, bakana bağlı çalışan da var. Katliamdan son anda kurtuldum
Helikopter kazasıyla hayatını kaybeden Muhsin Yazıcıoğlu’nun da ismi Bahçelievler Katliamı’na karışmıştı...
Yazıcıoğlu o dönemin bedelini de ödemiş bir insandır bir yanıyla. Onlar o dönem politika yaparken, devletle her türlü kirli siyasette iç içeydiler ve bundan da belli ki iktidar umuyorlardı. Ama 12 Eylül bu yapıları ciddi  şekilde tasfiye etti, kendi yapısına dokundurtmadı. MHP 12 Eylül’den bence önemli dersler çıkardı. Milliyetçi  ideolojiyi devletin dışında kurmaya karar verdi. Parlamenter politikayı esas aldı. Kendini legalitede tanımlayıp, devletle mesafe koyarak bence çok önemli güvenceler yaratmış oldu. Çünkü darbeci iktidar yapısının MHP  gibi bir yapıyı sokak gücü olarak kullanması felakete yol açardı. Şu anda Alperenler etrafında yürütülen  kuşkular önemli. Alperenler ideolojik kurgu olarak, insan malzemesi olarak pekala kullanılmaya müsait olabilir.

Fadik Sevin Atasoy: Günah Keçisi Seçildim...

Fadik Sevin Atasoy tiyatroda doğup büyümüş bir oyuncu. Önce ABD ve Bulgaristan’da tiyatro kurdu, sonra sevişme sahneleriyle eleştirildiği Zeynep’in 8 Günü İskenderiye’de Artistik Başarı Ödülü aldı. Atasoy “Günah keçisi seçildim” deyip ekliyor; “Sonraki nesil rahat edecekse, buyursunlar.”
 
Anneniz de, babanız da tiyatro kökenli. Böyle bir ailede doğunca insan ister istemez kendini sahnede mi  buluyor?
Benim doğum günüm 1 Ekim, perdelerin açıldığı gün. Ben tiyatronun içine doğdum. Babam da sahnede  öğreniyor benim doğumumu. Annem hastanede. Prömiyer gecesi sahnedeyken kulağına fısıldıyor bir arkadaşı  “Kızın oldu” diye, daha önce yazdığı oyunun adı Fadik Kız olduğu için “Adını Fadik koysunlar” diyor. Gözümü açtım, kulisteydim. Kostümlerimi üzerime örterlerdi, altımı kuliste değiştirirlerdi, piyanonun üzerinde uyurdum. Benim için çok büyülü bir ortamdı. Bütün replikleri ezbere biliyordum. Annem anlatır, çok sert bir rejisör  varmış, provalara kimseyi almazmış, beni alırmış. Beş-altı yaşında bütün oyunu da ezberleyip unutanların suflesini de ben verirmişim. Hatta “Küçücük çocuk ezberledi, siz yapamadınız ezberinizi” diye kızarmış  oyunculara. Tiyatro benim evimdi, oyunları, şarkıları ezbere bilirdim. Konservatuara gittiğimde, ansiklopedi gibiydim. İnsanlar “Sen 1963’teki oyunu nereden biliyorsun” diye sorardı. Evimizin içi sanatçılarla, yazarlarla  doluydu. Cüneyt Gökçer’in müdürlük yaptığı, tiyatronun altın çağını yaşadığı dönemlerdi o zamanlar...
Çocukluğunuz hep tiyatroda mı geçti? Sokak arkadaşlarınız yok muydu?
Yoo, onu da yaşadım ben. Erkek çocuğu gibiydim, dallardan inmeyen, inatçı ama daha çok tiyatrodaydım. Babamın takma bıyıklarını, annemin peruklarını takardım. Oyun biterdi matine, suare arası kendi başıma oyunlar oynardım. Oynamadığım oyunlardaysa, seyirciyi rahat bırakmazdım. Küçük Tiyatro’nun sağ tarafında bir loca vardı, orada otururdum. Gelen seyircilere oyunu anlatıp ben oynamaya kalkardım. Sonra şikayet  etmişler “Küçük bir kız var bizi rahat bırakmıyor, oyunu anlatıyor” diye. “Şimdi annem çıkacak şöyle yapacak, babam çıkacak böyle yapacak” diye anlatır dururmuşum.
“Annem-babam çatışmalar altında turnelere çıktı” demişsiniz. O günleri nasıl hatırlıyorsunuz?
80’li yıllar kolay olmayan dönemlerdi. Çatışmalar çoktu. O dönemlerde çok büyük tehlikenin, çok çatışmanın altında kaldı onlar. Ben kulisteydim ama dışarıdaki çatışmaları hep duyuyordum. O turne otobüslerinde orta  kulak iltihabı olmuştum. Kulağıma kostüm bastılar. Gazlı bez falan yoktu. Sirk çadırında yaşayan çocuklar gibi yaşadım resmen. Onun etkisini hâlâ hissediyorum, kendimi bir yere ait hissedemiyorum. Sürekli gitme arzusundayım. Arkadaşlarım dalga geçiyor. Her sene bir yere taşınırım ben, eşya atarım. Bir türlü eşya  alamam. Şimdi yine taşınıyorum. Annem şaşırdı zaten “Bu evde iki sene kaldın hayret” diye. Ama dünyanın her yerinde yaşayabilme gücüne de sahibim. Hiçbir yerde kendimi yabancı hissetmiyorum. Çalıştığım her yer benim evim.
Geçen yıl ABD Broadway’de tiyatro kurup, Kanlı Nigar oyununu sergilediniz. Türkiye’de herkes Hollywood  hayali kurarken, siz nasıl orada tiyatro yapmayı başardınız?
Babam bir oyun oynamak için oraya gitmişti. Oradaki ekip ona teklifte bulundu, “Bir tiyatro kuralım başına da siz geçin” dedi. Babam da bana “Bunu ancak seninle yaparım” dedi. O dönemde Zeynep’in 8 Günü filmini  hazırlıyorduk. İkinci gidişimde, başvuruları yaptık, oyuncuları seçtik, oyunları belirledik, döndüm, diziyi  bitirdim, atladım tekrar gittim, başladık. 1500 kişi doldurdu Broadway’de salonu. Böyle bir sahneyi  doldurmak bir başarı benim için.
Tiyatronun dünya çapındaki merkezlerinden birinde sahneye çıkmak nasıl bir duygu?

Benim için alkış her yerde aynı. Alkışın ne milliyeti, ne coğrafyası var. Açılış gecemize Hülya Koçyiğit, Şener  Şen, Mahsun Kırmızıgül, Çağan Irmak geldi. Türk Film Haftası nedeniyle gelmişlerdi, bizim oyunumuza da katıldılar. Kanlı Nigar‘ın filminde oynayan Fatma Girik de gelecekti ama Memduh Bey’in rahatsızlığı yüzünden gelemedi. Buraya Harbiye’deki müzikali oynamak için döndüğümde kompozitör Sabri Tuluğ “Fadik sen New York’taymışsın, ben nereden öğrendim biliyor musun” dedi. Bir müzik markete girmiş sahibi, “Dün akşam Türklerin oyununu izlemeye gittim Broadway’de, çok beğendim” demiş. Fısıltı gazetesinden aldık tepkileri.  Türk tiyatrosunu orada tanıtabilmeyi hedefliyoruz. Ekim ayında yedi eyalette turne yapacağız. Benim burada  hem filmimin hem dizinin çekimlerim devam ediyor. Bir yandan bir senaryo grubu oluşturduk, seneye çekmeyi planladığımız bir sinema filminin çalışmalarını yapıyoruz. Mayıs-haziran gibi ABD’ye gitmeyi planlıyorum.
Kısa bir zaman birçok proje sığdırdınız. Şimdi geriye dönüp bakınca, Bilkent’te okuyan Fadik Sevin  Atasoy’dan bugüne kadar aldığınız yolu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben kendimi bildim bileli çalışıyorum. TRT Radyo Çocuk Kulübü’nde, Devlet Tiyatrosu’nda çalıştım  üniversiteden önce. Deli gibi çalışıyorum zaten. Oyunculuğu iş olarak görmüyorum, bu bir varoluş biçimi. “Star” diyorlar ya, ben bunu kabul etmiyorum. Ben yıldız değilim sadece oyuncuyum. Yıldızın parlayabilmesi  için arkasında siyah bir fona ihtiyaç vardır, oyuncunun parlayabilmesi içinse, sadece bembeyaz bir perdeye, ışıl bir sahneye ihtiyaç var. Kendi adıma starlığı kabul etmiyorum ve istemiyorum, ben oyuncuyum. Asıl meziyet ışıl ışıl parlayan bir yerde de parlayabilmek.
Oyunculuk popüler olmayı da sağlayan bir iş aynı zamanda ama siz  hamallığını da yapıyorsunuz...
Gönüllü olarak. Ekmek kapım diziler. Oradan kazandığım parayla, ücret talep etmeden düşük bütçeli bir filmde rol alabiliyorum ya da ABD’ye gidip kazanç gözetmeden bir tiyatro kurup, orada çalışıyorum.  Kazandığımı oraya yatırıyorum. Onun manevi karşılığını bana hiçbir şey veremez. Bir sinema filmi çektiğim  zaman onun ödüllendirilmesinin değerini hiçbir şey veremez. Zeynep’in 8 Günü filminde hiç para almadan rol  aldım, İskenderiye Akdeniz Ülkeleri Uluslararası Film Festivali’nde “Artistik Başarı” ödülünü aldı. Şimdi Chicago’ya gidiyor. Oyunculuk lüksümü kendim yaratıyorum.
Zeynep’in 8 Günü filmindeki sevişme sahneleri çok konuşuldu. Tiyatro kökenli bir ailede yetişmeniz, hakkınızda yapılan eleştirileri daha kolay göğüslemenizi sağlıyor mu?
Onlar benimle gurur duyuyor biliyorum. Annem geçen gün tekrar izlemiş bir filmimi, tebrik etti, babam bir  galanın ardından alnımdan öptü. Bazen yanlış yönlendiren haberler çıkıyor, babam telefon açıp “Üzerine gelecekler ama sen ne istediğini, ne yaptığını biliyorsun” diyor. Manevi anlamda çok destek oluyorlar.
Sizi her seferinde farklı rollerle görüyoruz, bir dizide kırılgan bir kadın, bir filmde bir Rus, bu dizide çocuğunu bırakmak istemeyen bir ve başı dertten kurtulmayan Türk-Alman karışımı bir anne...Bir rolle özdeşleşmediniz...
O oyunculuk değil, fotoğraf vermek. Çok sıkıldım artık göz süzen, dudak büken tipleri görmekten. Oyunculuk kavramını artık konuşmak lazım. Çünkü oyunculuk bilinmiyor. Oyunculuk seyirciyi bambaşka bir şeye  bürünerek şaşırtabilmek yeteneğidir. Oyuncunun güzel ya da genç olması gerekmez. Ben standart bir oyuncu değilim. Beklenenlerin dışında bir surat olduğum için bunun avantajını sinemada görüyorum. Dudaktan Kalbe dizisinde kırılgan bir kadındım, Son Bahar’da sürekli koşturan, derbeder bir kadınım.
Yeni rolünüze nasıl hazırlandınız?
Almanca zaten biliyordum. Almanya’ya çok sık gittim “Yani yani” diye konuştuğum yerler var, gerçek bir karakterden aldım. Gardırobumda biriktirdiğim Almancı arkadaşlarımın canlanması oldu bu rol.
Oyunculuğunuz için “Bayrağı Fatma Girik, Hülya Koçyiğit ve Müjde Ar’dan devraldım” diyorsunuz.  Neden özellikle bu isimler?
Fatma Hanım’ın zamanında film çekebilmek için nasıl kendi elbise parasından vazgeçtiğini, Hülya Hanım’ın ne uğraşlarla bu işi yaptığını biliyorum. Müjde Ar’ın Türk Sineması’nda yarattığı kadın karakteri emektar,  mücadeleci bir kadındı, hayat kadınını izlenebilecek bir duruma getirdi, çok önemli bir kadın devrimi yaptı.  Onların o zamanki emekleri olmasaydı ben şu anda bu ülkede oyunculuk yapamıyordum. Müjde Ar’ın o  dönemdeki sevişme öpüşme sahneleri çok konuşuldu, çok tartışıldı.
Siz 20 yıl sonra oyunculuk yapan bir isim olarak, böyle sahnelerde daha rahat oynayıp, daha rahat hareket edebiliyor musunuz peki?
Hayır. Zeynep’in 8 Günü‘nde günah keçisi seçtiler beni resmen. Ama benden sonra gelecek nesil açıklama yapmadan sadece oynama lüksüne sahip olacaksa, bana bunun garantisini vereceklerse, buyursunlar canımı yaksınlar. Hiç şikayetçi değilim, ben bir bayrak devraldım. Onu da en iyi şekilde taşımaya çalışıyorum.  Türkiye’de “Ben oynayayım da insanlar anlasın” diye bir lüksüm yok, anlatmak zorundayım. Genç sinemanın  gelişmesi için elimden gelen her şeyi yapıyorum, bu dalganın da bir yere ulaşacağına inanıyorum. İlk filmi olan yönetmenlerde kendimi harcıyorum. Acı çekiyorum, zorlanıyorum bazen ama dişimi sıkıyorum. Elimden gelirse yapıyorum, ben böyle gördüm çünkü. Küçümsenen dizilerden müthiş bir altyapı çıkıyor, teknik anlamda da, senarist anlamda da, yönetmen anlamında da. Keşke dizilerdeki altyapıyı alıp sinemaya taşıyabilsek.
Peki oynamak istediğiniz başka rol var mı?
Henüz yazılmadı o yüzden oturup ben yazıyorum. Onun üzerine düşünmek gerekiyor, onu da benim düşünmem gerekiyor demek ki... Kendim için yazmıyorum bunu, benim zaten kalemim vardı, beklemeye almıştım, artık  onu da harekete geçirmeye çalışıyorum. Bir kadın filmi yapacağız. Andaç Haznedaroğlu olacak yönetmeni.  Kadın dünyasını anlatacak bu film.
Geçen sene Altın Portakal ödül jürisinde yer aldınız. Genç bir oyuncu olarak buraya seçilmek size ne hissettirdi?
Çok gurur duydum. Beni Yönetim Kurulu Başkanı Engin Yiğitgil aradı ve böyle bir teklif olduğunu söyledi.  Çok şaşırdım, çok sevindim. Çok ilgilendiğim, deneyimlerimi aktarmak istediğim bir alandı. Genç sinemayı temsilen benim de yer alıyor olmam çok gurur vericiydi.
Yeni filminiz Usta’nın çekimleri Eskişehir’de sürüyor. Bu dizi temposuyla bir de film çekmek yorucu olmuyor mu?
Şevket Çoruh, Hasibe Eren ve Yetkin Dikiciler’le çalışıyorum. Başıma gelen en güzel oyuncu birliği oldu. Kadro çok yetenekli, dizi pratiğine sahip. Pas attığında o pasın geri geldiğini görmek, pinpon oynar gibi  oynamak bence en güzel lüks.
Fadik Atasoy başka ne yapar?
Bol bol film izler ve film çeker. Oyunculuk dışında şarkı söylemeyi seviyorum. Müzikale olan ilgim devam ediyor. Egzersiz gibi oturup çalarız. En büyük hobim yazmak. Boş kaldığım an oturur yazarım. Bu dizi sayesinde bol bol spor yapıyorum. Hep koştuğum için İstanbul kazan ben kepçe. Bol bol seyahat ederim.  Şimdi Fransızca öğrenmek istiyorum. Dile meraklıyım biraz. İki yıl İtalyan Dili ve Edebiyatı okuyup oyunculuğa geçmiştim. Bulgarca da öğrendim. Bundan sonra öğrenebileceğim kadar Türk dili öğreneceğim.
Ailecek  oturup birbirinizin oyunculuğunu eleştirdiğiniz “Şurada şöyle, burada böyle yapsan daha iyi olur” dediğiniz  oluyor mu?
Ben televizyondan annemi babamı takip ediyorum. Annemin dizisini açıp bakıyorum “Aaa annem iyiymiş”, babama bakıyorum, “Aaaa babam iyiymiş” diyorum. Annem izliyor “Ah kızım çok kilo vermişin zayıflamışın” diye beni arıyor.

Erol Günaydın: Bizler Kayıp Adresleriz...

Yılların tiyatro emektarı Erol Günaydın, geçen günlerde “askere çağrıldı”. Oysa kendi 75’ini devirmiş, tiyatroya 50 küsur yıldır emek vermiş bu usta, hayatının iki yılını asker geçirmişti. O zamanın fotoğraflarını, anılarını toparladı, “Yaylalar Yaylalar” türküsü eşliğinde Askerlik Şubesi’ne “teslim oldu”. Olayın üzerinden bir hafta geçti geçmedi, bu kez hastanelere kaldırılıp, büyük bir ameliyat geçirdi. Tüm bu dertler bir olunca, Günaydın’ın misafiri olduk, nasıl hastalandı, hasta hasta nasıl bir de araya reklâm filmi sokmayı başardı, eski Ramazanlardan bugüne ne kaldı, onları da konuştuk. 
 
Önce askerlik yapmadığınız gerekçesiyle askere çağırıldınız, ardından büyük bir ameliyat atlattınız, nasılsınız  şimdi?
Ben daha evvel bir kanser ameliyatı geçirdim, rektum kanseri. Fakat o kadar kötü ameliyat ettiler ki beni, “Kanserin hemen hemen bitti hiç yok” dediler. Kemoterapi bile görmedim, bütün vücudumu, bağırsaklarımı  kestiler. Sonra bağırsaklarımı diktiler ama dikerken hata yapıp çok dar diktiler. Ben hep sancı içindeydim.  Hep kabız zannediyorum, lavman yapıyorum, bir türlü düzelmiyorum. Doktor doktor dolaşıyorum, onlar da lavman yapıyorlar bana. Böyle geçip gidiyor, ben de halbuki zehirleniyorum. Derken, Müjdat (Gezen) beni bu  Roman Star programına çağırdı. Kalktım, sancım çok, başım dönüyor, hasta hasta gittim. Sarhoş gibi  konuşuyorum. Oradan çıkıp eve gelirken kapıda bayıldım. Kendimden geçtim. Allahtan ki kendimden geçtim, aşağıya indirip burada beni yatırsalardı ölmüştüm. Hemen dediler ambulans çağıralım. Yoğun bakıma kaldırıldım, kıyametler kopuyor. Kızım bağırıp çağırıyor, lavman yapıyorsunuz hiçbir şey değişmedi diye.  Sonra yoğun bakımda başka bir kadın, “Bunun her tarafı tıkanmış, zehirlenmiş bu” dedi. Derhal ameliyata  alındım. Şimdi ben hiç bir şey hatırlamıyorum, karanlıklar içindeyim ama bir ara öyle bir yere gittim ki, ahiretlik bir yere. Etrafımda zebaniler adamlar. Konuşuyorlar bunu ne yapacağız diye, kararlar alıyorlar. İçlerinden bir tanesi diyor ki, “Askerlik yapmadı bu, gönderin bunu geriye” diyor. Ondan dolayı bir ara gözümü açtım, bir  yatakta yatıyorum, nereye geldim, nasıl oldu diye şaşkınlık içindeyim.
Askerlik uğruna geri döndünüz yani? 
Evet. Kendi kendime bu halde gülmeye başladım. Demek ki o kadar etkilemiş beni bu iş. Ondan sonra yarmışlar bağırsağımı, karnım delik teşik. Sonra, bir yandan yoğun bakım, bir yandan telefonlar yağıyor.  Sağolsun, o kadar çok sevenim varmış ki, arayanlar soranlar muhabbetler. Kızlarım başımda. Gitti gidecek  diye üzüldüler. Allahtan askerliğimi yapmadım diye döndürdüler. Yalnız şuna kızdım, internette bir tane adam çıkmış, “Ne demek, bunlar artisttir belki de yapmamıştır” yazmış, ulan serseri senin daha baban dünyada  yokken, ben askerdim. 50 sene geçti aradan. Yapmaz olur muyum? Diyadin’de, Ağrı’da, Sivas’ta,  Temeltepe’de kayıtlarım var. Havan topuyla eğitim gördüm. Fakat öyle bir hesap etmişim ki, askerde bir gün  fark edip çok güldüler, havan kendi kafamıza düşüyor. Çok eğlenceliydi askerliğim benim. O yüzden çok kızdım o adama. Biz elli senelik adamlarız, şimdikiler gibi değiliz. Neyse, gözümü açtım, “Eyvah” dedim,  “İkinci popo açıldı şimdi buraya”. Ama, ne şehittir ne gazi tam bok yoluna gidiyordu Niyazi.
Bu hastalık arasında bir de reklam çektiniz, o nasıl oldu?
Kolay değil hastanede bakılmak. Yoğun bakımlar, ilaçlar... Gene iyi direndim. Dediler ki, “Bacı Kalfa oynar  mısın?” Düşündüm, “Yaparım” dedim durduk yerde. Hastaneden çıkınca param da kalmadı. Başladım  antrenmanlara. Bir tezgâh yaptılar bana, gittim, bir de bacı reklamı çekmez miyim orada? Sonra eve geldim,  merdivenlerden taşıdılar beni. Şimdi yeni yeni yürümeye başladım. Fakat ben bu kadar büyük hastalıklara  düştüm, herkes teklifte bulunuyor bana. Yahu o kadar senedir oturuyorum burada kimse kapımı çalmadı. Bir teklif, bir teklif. Diziler, filmler. Bir film çekeceğim, “Orada” diye. Şimdi değneğimle yürüme antrenmanları  yapıyorum evde. Büyükada’da çekilecek o film. Sonra belki, deprem filminde oynayacağım. Dizilerden  yoruldum çok. Kısa fakat renkli rolleri çok seviyorum. Kişiliksiz rollerden nefret ediyorum. Yaşlı adam rolü  olunca hemen beni arıyorlar. Ben yaşlıyım ama kişilikli rol isterim. Ufacık rol de olsa akılda kalsın. Mesela şemsiyeli adam, bayılırım. Açarım şemsiyemi, paçalarımı sıvar, seke seke karşıya geçerim, kimse de unutmaz onu. Bir an evvel iyileşmeye bakıyorum. Karnımdaki yaralar acı veriyor. Konuşurken diyaframı çektiğim zaman müthiş acı çekiyorum. Yavaş yavaş onlar da geçecek.
Bu hastalık döneminde neden bu kadar yoğun çalıştınız?
Valla bir şey söyleyeyim mi, geçen sene Bilecik’e turneye gitmiştim, Kültür Bakanı Ertuğrul Günay oraya geldi. Bir ödül verdi bana, sırtımı okşadı. Dedim ki, “Valla yıllar yılı ilk defa bir Kültür Bakanı’nın sıcak eli sırtıma  değdi”. Çok hoşuna gitti. Hastanede yatıyorum, beni aradı, “Nasılsın?” dedi. “Sıcak elinden sonra, Kültür Bakanı’nın sıcak sesini duydum” dedim. “Bir şeye ihtiyacın var mı?” diye sordu, “Yok” dedim. Var tabii denir  mi? Bir üçüncü defa ararsa, “Kültür Bakanı’nın kadifeden kesesi, şıkır şıkır gelir sesi” diyeceğim. Yıllardır  devletten tek kuruş yardım görmedim. Tiyatro yaptım, tiyatrolara yardım ettiler ama tiyatroculara bir kuruş  dahi vermediler. Nejatcığım (Uygur) hastalandı, sağ olsunlar ona biraz yardım yaptılar, Münir’e de (Özkul ) yaptılar. Onlar daha ağır vaka. Ben yine çalışabiliyorum, onlar çalışamıyor. Zaten kaç kişi kaldık, Gazanfer  (Özcan), Münir, Nejat, ben. Haa bir de şimdi ramazan geldi. 20 gün sonra Taksim’de Ramazan muhabbeti  için çağırıyorlar gideceğim, geçmiş günleri anlatacağım. Artık bileni edeni yok. Çok güzel şeyler geldi aklıma yattığım yerde. O devrin meddahları, şusu, busu. Rasim Öztekin’le birlikte gideceğiz. O bir yere kadar  anlatacak, ben bir yere kadar.
Siz Ramazanların değişimine tanıklık ettiniz, nasıl buluyorsunuz bu zamanları?
Bu zaman da çok güzel zaman. Ben “Benim gençliğim çok güzeldi” diyenlerden değilim. Yokluk içindeydik ama yoksul değildik. Şimdi bolluk içindeyiz ama yoksuluz. Bu kadar bolluk içinde insanlar nasıl aç ona hayret  ediyorum. Pirinç yiyemiyorlar, ekmek yiyemiyorlar, kıyamet kopuyor. O zaman para yoktu. Herkes fakirdi  ama insanların karnı toktu. Herkes birbirine bir şey ikram ederdi. Şimdi Ramazan çadırı diye bir şey görüyorum, öyle bir şey kurulmazdı, çok ayıptı. İnsanlar mendil altında bir şey ikram ederdi, kimin kime ettiği  bilinmezdi. Şimdi “Ben Ramazan çadırı kuruyorum” diye elinde borazanla bağırıyorlar. Haysiyet kırıcı bir şey.  Ben askerdeyken “Doğu’ya yardım kampanyası” diye bir şeyler yollamaya başlamışlardı, “Biz aç mıyız, dilenci miyiz? Nedir bu iğrençlik” diye o kadar kızmışlardı ki. Şimdi her şey abartılıyor. İftar çadırları kurulacak  her yerde. Bütün millet o kapılarda. Kepçeyle dayak yiyenler, itiş kakış. İftarı verenler de en başta oturuyor. Kurbanın etini kendileri yiyorlar, dağıtmıyorlar. Ben böyle şeyler görmedim. Göstere göstere  Müslümanlık olmaz ki. Günahtır. Ona şaşırıyorum. Benim zamanımdaki o güzellikler şimdi olsa tadından yenmezdi. Varlık var bir de o devrin düşünceleri ve insanları olsaydı ne kadar ileri olacaktık. Meddahlar, kantolar, oyunlar...Bunları bilen yok, bizler kayıp adresleriz. 1950’de İstanbul nasıldı, nasıl renkler vardı, hiç kimse bilmez. Ne buzdolabı var, ne çamaşır makinesi var. O evler nasıl temizlenirdi? Sakalar su satarlardı  katırlarda, çıkıdık çıkıdık. Bütün satıcılar şarkı söyleyerek geçerdi. “Biberim, dolmaya giderim”, “Hamsi geldi pazara, haber verin Lazlara”, “Bamya biber domates moreeee” diye. Şarkıcılar, naneciler, keten helvacılar. Bir  müzikal sokaktı o daracık evler. Arsalarda çocuklar oynardı. “Ena mena dosi, dosi saklambosi,  saklambos saklambos Alaman dost” diye. O oyunlar, o dünya, o zaman nasıl değişti. Aradan çok da büyük zaman geçmedi. Ne kadar değişti her şey. İlkel bir dünyaydı ama doğa o kadar güzeldi ki. Ramazanda insanlar birbirlerini hatırlar, evde bir domates dolma pişsin, burnunu uzat hangi evde piştiğini anlarsın. Her şeyin en güzeliydi. Öyle bir doldu kalabalıklaştı ki ortalık. Evine giremiyorsun arabalardan. Terlik gibi arabaları kapının  önünde bırakıyorlar artık.
Hastalık  döneminde arayanınız soranınız çok oldu mu?
Çok çok. Çok gururlandım. Benim kimseye bir zararım olmaz, ben herkesi severim. Hâlâ da ararlar.  Hastaneye gelenler oldu. Sosyal güvencenin olmaması çok kötü. Ama Allahtan benim var kendi girişimlerimle.  Akbank’a on sene çocuk tiyatrosu yaptım, devlet tiyatrosundaki sigortamla birleştirdim. Yoksa yaşamamız  mucize olurdu. İlaçlar o kadar pahalı ki. Bunlarla baş etmeye imkan yoktu. İnsanın parası yoksa ölür. Bakım  yok, bilmem ne yok. Ona rağmen düşünün paralı hastanede bile beni öldürüyorlardı. Herkes başka kafada. 75 yaşındayım. Nasıl ameliyat oldum, nasıl çıktım, bilmiyorum.
Askerlik meselesi kapandı, askere gitmiyorsunuz değil mi?
Gittim Askerlik Şubesi’ne. Her şeyi teker teker anlattım. Bir de kitabımı verdim, imzaladım. Askerlik anılarımla dolu zaten yarısı. Bir telgraf çekseler Sivas’a hemen gelecek. Türkiye biliyor benim askerliğimi. Çünkü öyle komik askerlik yaptım ki ben. Öğretmenlik yaptım askerdeyken. İzne gelmedim, Ağrı’da kaldım. Eksi 40  dereceyi gördüm. Yılbaşını orada geçirdim. Bir tek Ağrı Dağı’na çıkamadım, ok yılanları varmış, korktum. Yaylanıp delip geçiyormuş. Bakü’ye kadar gittim, Tendürek Dağı’nın dibinde sansarları gördüm, bütün doğuyu gezdim. Çok eğlendim, Kürtçe bile öğrendim. Keşke o eski nüfus kağıdımı saklasaydım. Ekmek karnesini, askerlik muayenesini, çağdışı damgasını gördü. Askerlik bitti mi, çağdışı diye damga vurulurdu. Ne günler yaşandı gitti.

Ergun Babahan: Ergenekon Basını Özgürleştirdi...

Türkiye’nin en büyük gazetelerinden Sabah’ın en zor yıllarında başında olan Ergun Babahan, şu sıra yoğun çalışma temposuna ara verdi. Artık yaşadıklarına uzaktan bakabilen Babahan’a göre, medya kabuk değiştirme arifesinde...

Türkiye’de gazetecilik kabuk değiştiriyor mu?
Özellikle 2000 krizinin ardından birçok kurumda önemli değişikler yaşandı. Bankacılık sektörü tamamen sıfırlandı, yeniden bir yapısal dönüşümden geçti. Polis teşkilatı, askerî kurumlar arasındaki koordinasyon yeni bir biçime girdi. Bu değişimden nasibini almayan tek yer medya oldu. Türkiye’de medya yelpazesinde gereğinden fazla gazete, gereğinden fazla haber kanalı var. 1985’te Dinç Bilgin’in kurmuş olduğu Sabah’ın  farklı versiyonlarını görüyoruz şu anda. Sabah’ın kurmuş olduğu sistem, farklı siyasi görüşlere yer veriyordu, kısa haberler vardı, mizanpajda rahattı. Sonuç olarak Habertürk birebir Sabah’ın küçültülmüş formatı. Bütün gazetelerde benzer haberler var aslında. Sadece yazarlar farklı oluyor. Biri tek sütun alıyor, biri içeri atıyor, biri kapakta kullanıyor. Tek seslilik var.
Farklı olanlar medya içinde de tecrit ediliyor...
Gazete ve televizyon sahiplerinin güçlerini kullanarak zenginleşme güdüleri öne çıktı. Özellikle çok partili koalisyonlar döneminde. Doğan Grubu medya gücüyle büyüdü. Çok tartışılan ve üzeri kapatılan vergi cezası  bunun örneğiydi. Ha banka hortumlamışsınız, ha bir şirketi kamuya vergi yüküyle devretmişsiniz. Doğan  Grubu’nun İş Bankası’yla ilişkileri, Dış Bank’ın alım süreci, Petrol Ofisi’nin alım süreci, Doğan’dan bağımsız  görünen kimi gazetelerin Vakıfbank aleyhine haber yapması gazeteciliğin nasıl silah haline geldiğini gösterdi. O dönem Petrol Ofisi’nin tamamen Doğan Grubu’na geçmesinden önceki Vatan gazetesinin manşetlerine  bakarsanız, görürsünüz. Tam şantaj, tehdit gazeteciliği. “Sen bana bu hisseyi devretmezsen, ben de bunu yaparım” demek. Bu, gazetecinin ruhunu öldürüyor. Bir de buna grubun çok büyümesi eklenince, kendine sahip olduğundan fazla bir güç atfetmeye başladı. Üniversitede kılık kıyafet düzenleyen yasayla ilgili tartışmalar, cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde ya da kapatma davasında yapılan yayınlar, hatta Ergenekon sürecinde  tamamen Ergenekon’u koruyan, savcıları suçlayan yayınlar bunun tipik örnekleriydi. Medya asli görevlerini bırakıp başka işler yapınca duvara çarpıyor. Sabah’a da bu oldu, Tercüman’a da bu oldu, Simavi belki de o yüzden Hürriyet’i satmak zorunda kaldı. Bu Türkiye’de hep oluyordu ama ilk defa bu kadar ağır çoğunluklu  bir siyasi iktidar var, gücünü doğal olarak kimseyle paylaşmak istemiyor ve medyaya da yerini göstermek  istiyor. Bu sürecin sonunda Türkiye’de medyanın yapısal bir değişimden geçeceğine inanıyorum.
Cumhuriyet’in başından itibaren devlet/medya ilişkisi içiçe...
Dinç bey gazetecilerin yaşam standardını yükseltti. Ama bir süre sonra Doğan’la rekabetinde özellikle  televizyon ve ölçüsüz promosyon harcamaları döneminde rekabet edemez hale geldi. Yakın çevresinde  “Doğan’ın bankası var, ondan bu kadar güçlü” laflarını duyunca o da bir banka alıp gücünü korumaya çalıştı.  Doğan o bankacılık serüveninden akıllıca çıktı. Türkiye’de gazetecilik zengin olma aracı haline geldi. Onun sıkıntısını bugünlerde çekiyoruz. Bugünkü iktidarın da kendine düşmanca bakmayan bir medya oluşturma gayreti var.
Medya/iktidar arasında yaşanan gerginlik eleştiri düzeyinin artmasıyla iyice yükseldi...
İki şeyi ayırmak lazım. Sisteme muhalefetle, hükümete muhalefet arasında bugün kritik bir fark var. Hükümeti  eleştirmek daha kolay, sistemi eleştirmek daha ağır olabiliyor. İsmail Beşikçi sistemi eleştiren bir öğretim  görevlisiydi, ömrünün önemli bir bölümünü cezaevlerinde geçirdi. Aynı şekilde, Taraf çıkana kadar asker  meselesi tabuydu. Eskiden Türkiye’de kişisel özgürlükler de, can güvenliği de tehlikedeydi.
Doğan Grubu ile AKP gerginliğinde iktidar da kimi zaman fütursuzlaştı.
Burası Türkiye. Bütün herkes Türkiyeliler kadar demokrat ya da anti-demokrat. Milli Görüş geleneğinden  gelen, Erbakan’ın dışında kimsenin görüş belirtemediği bir kültür bu. Ama demokrat diye nitelendiren CHP’de dahi bu durum var. Türkiye’de siyasiler eleştiriden hoşlanmıyorlar. Eleştiriyle kişisel hakaret arasındaki ince  çizgiye dikkat edilmesi gerekiyor. İki ucu pis bir değnek bu.
Doğan Medya’da en çok Hürriyet’e yansıdı bu savaş...
Laik kesimin sözcüsü oldu. Ama bunu sadece okuru tatmin etmek için yapmıyor, hükümeti zayıflatmak, kendi  eski gücünü almak kaygısı da var. Türkiye’nin en büyük gazetesi olma iddiasındaki bir gazetenin yayın yönetmeni başbakanla, cumhurbaşkanıyla, hükümetin önde gelen isimleriyle biraraya gelip  görüşemiyor, telefon açamıyor. Eskiden bir telefonda başbakanla konuşan, bütün kabineyi bir davette toplayan grup, şu anda yalnızlaşmış ve terkedilmiş durumda. Onun sancısı da var.
Bu terk edilme sürecinde izlediği politikalar etkin ama...
Tamamen. Bir insana eleştiride bulunmak ayrı bir şey, hasmane tavır içinde bulunmak ayrı. Bir insanın karısının kıyafetine karışmak, “içki kaldırsana” demek, yaşam biçimi empoze etmek rencide edici. Bugün medya grubu olarak ailenizle ilgili haber çıktığında hassas davranıyorsanız, başbakanın, cumhurbaşkanının kendi hakkında çıkan değerlendirmeleri kasıtlı yaptığını düşündüğü insanlara mesafe koyma hakkı vardır.
Hürriyet’in kitle gazetesi iddiası sürüyor mu?
Hürriyet’le Sabah arasında Sabah’ın geçirdiği bunca badireye rağmen bu kadar küçük bir tiraj farkı olması,  fiyatını gönlünce ayarlayamaması gibi konularda sıkıntısı var. Ayrıca Hürriyet kendine dar bir alan seçti ve  Türkiye’de yüzde 47 oy vermiş insanları yok saydı. Yüzde 47’yi yok sayıyorsunuz  ve kitle olma gazetesi iddiasındasınız.
Milliyet’te de bir dönüşüm yaşanıyor şu anda...
Milliyet yaşlı. Onu ne kadar Zafer Mutlu, Tayfun Devecioğlu değiştirecek kaygılarım var. Vatan’la aynı kitleye hitap ediyor. Laiklik kaygıları yüksek, küçük kent burjuvazisi. Karşılarında aynı tabana hitap etmese de benzer bir tabana hitap eden Habertürk var. Orada ciddi sıkıntılar yaşanacağı kesin. Milliyet’in bayii satışının çok çok altlarda olduğunu görebiliriz.
Türkiye’de medyada yönetici konumunda insan nasıl badireler atlatıyor?
Sabah’ın Etibank macerasına kadar olan dönem çok zordu. Etibank’tan sonra hükümetlerle iyi geçinme eğilimi ağır basmaya başladı. 28 Şubat süreci bayağı çatışmalıydı. Yine de 2000’deki krize kadar nispeten özgür bir  ortam vardı. Ama 2000’den sonra gazeteye yabancı sermayenin girişiyle sıkıntı başladı. O açıdan bakınca en keyifli dönemimi TMSF altında geçirdiğimi söyleyebilirim. Hiç müdahale etmediler. İşimiz gazetenin sağ salim iyi bir fiyata satılması, hem Bilgin’in borçlarının, hem de kamu alacağının tahsil edilmesiydi. Çalık’ın yönetiminde belki de o gazeteleri yapamayabilirdik. “Darbeye hayır”, “Meclisi de kapatın” gibi sert manşetler yaptık. Ahmet Ertürk ve arkadaşları ağızlarını açıp hiçbir şey demediler ama çok hoşnut kaldıklarını  sanmıyorum. Onlara bir şey dendiyse bile yansıtmadılar. Çok yorucu bir süreç oldu son yedi yıl benim için. Sabah’a 2002 ağustosunda geldiğimizde tirajı düşmüştü, reklam geliri düşmüştü, maaş ödenemez haldeydi, itibarı yoktu. O iki yıl tamamen gazetenin tirajını yükseltme, inandırıcılığı arttırma çabasıyla geçti. Sonuç itibariyle 450-500 bin sınırında bir gazete oldu.
Dinç Bilgin’den TMSF’ye oradan Çalık’a geçerken insan kendini savrulmuş hissetmiyor mu?
Çok sancılı ve yorgun bir süreç. Zaten yayın yönetmenliğini bırakmamın temel sebepleri o yorgunluk, o yıpranmışlık. Açıkçası Çalık çok kibar bir insan. Dışarıdan bir işadamı olarak medyanın hassasiyetlerin farkında ve ilişkilerini belli bir düzeyde tutuyor. Çok büyük bir sıkıntı olmadı. Çalık Grubu da iktidara yakın olmakla suçlanıyor.. Dünyanın her yerinde gazeteler tavırlarını net bir şekilde koyarlar. Kimse onlara yandaş ya yalaka demez. Ama bütün gazeteler iktidarın görüşünü paylaşırsa ülke zaten renksiz bir hale gelir. Şimdi iktidar yanlısı olmakla suçlanan yazarların hemen hepsi zaten öteden beri böyle yazan insanlar. Ak Parti üzerinden Türkiye’nin demokratik bir ülke olmasını savunuyorlar.
Mesleğe başladığınızda neyle karşı karşıya olduğunuzu biliyor muydunuz?
Ben İzmir’de Yeni Asır’da başladım. Daha kavgacı bir gazetecilik yapıyorduk. Ama 28 Şubat sonrası gazeteci olarak neyle karşı karşıya olduğumu daha çok düşündüm, sorguladım. Hep liberal çizgide olan bir gazetedeydik. Hiçbir zaman devleti, kurumlarını savunan bir çizgide olmadık. Askerle ilişkilerimiz hiç kanka  düzeyinde olmadı, hep mesafeli oldu. Belki Dinç Bey başka bir gazetecilik anlayışından gelseydi bunlar  olmazdı. 28 Şubat’a kadar, Sabah özgürlüklerden, demokrasiden yana olmuştur hep.
Mustafa Balbay, Fatih Çekirge, Şule Talu, Türeyir Köse, Yılmaz Özdil, İlker Sarıer, Cevher Kantarcı, Oğuz Özerdem, Güngör Mengi...
Yeni Asır çok rekabetçi bir gazeteydi. O zaman şartlarında kendi başına 150-200 bin tiraj gücü vardı. Gece 11-11 buçukta insanlar kuyruk olurdu yeni gazeteyi almak için. O şehirde büyümenin avantajları var, kadın  erkek ilişkilerinden tutun da, hoşgörüye kadar. 12 Eylül öncesinde herkesin birbirini tabancayla vurduğu zamanlarda bile, İzmir daha hoşgörülüydü. İstanbul’da gazeteciliğin temposunun düşüklüğü şaşırtmıştı beni. İstanbul‘da muhabirlerin kendi haber çıkartma çabası pek yok.
Ergenekon davası medyaya nasıl yansıdı?
Ergenekon davasının açıklanması bütün değerleri değiştirdi aslında. Artık bildiğimiz şeylerin perde arkasını çok  net görüyoruz. Eskiden Danıştay saldırısı “irtica baskını” diye yorumlanırken, şimdi herhangi bir şey olduğunda, adresin kim olduğu, kimin yaptığı bilinecek. Orhan Pamuk dava başladığında beş korumayla geziyordu, şimdi daha özgürce yaşayabiliyor. Gazetecileri de özgürleştirdi Ergenekon.
Bazı gazeteciler bu konuda ketum olmayı seçtiler ama...
Ergenekon’un bir parçası olması anlamında değil ama kiminin yazarları Ergenekon’dan çıktı. O sürece,  sanıklara sahip çıkarak bir dönemin borcu ödeniyor. Özellikle Hürriyet bu role soyundu. Cumhuriyet’in  yönetim kadrosu bu olayda sanık. Yaptığı nefsi müdafaa, Hürriyet’inki daha değişik bir rol.
Şimdiye kadar küçümsenen Zaman, Yeni Şafak gibi gazeteler de rekabete girdiler...
En ilginci Zaman’ın durumu. 600 binlik bir tirajı var. Bazıları onun toplu alınan gazeteler olduğunu söylüyor. Kırmızı çizgileri fazla olan bir gazete. Darwin yazamazsınız, kadın resimleri göremezsiniz, içki reklamları almaz,  içinde içki olan yemek tarifi kullanmaz. O konuda Yeni Şafak daha önde. Ama Zaman’ın renkli bir yazar  kadrosu var. Forum sayfaları başarılı.
Habertürk?
Habertürk ’ün şu anda kamuyla çok işi var, patlattığı bir haberi olmadı. Pahalı bir ürün. Tahmin ediyorum 90-100 kuruş bir endüstriyel maliyeti var. Şu anda Hürriyet hariç bütün gazeteler promosyonla ayakta duruyorlar. Hürriyet bile Bekir Coşkun’un ayrılmasıyla promosyon arayışına girdi. Habertürk hem Milliyet ’i, hem Hürriyet ’i, hem Vatan’ı sıkıştırıyor açıkçası. Sabah’ın yerini alma iddiasıyla çıktı ama öbürlerini daha
çok sıkıştırıyor.
Okur ne istediğini biliyor mu?
Türkiye’de gazete okuru var da gazete satın alma alışkanlığı yok. Bunu en çok uçaklarda görüyoruz. Eğer uçakta çok gazeteyle oturursanız, çevrenizdeki herkes sizden gazete ister. İnsanlar bir 50 kuruş verip gazete almayı akıllarına getiremezler. Doğan gazetelerinin okuru olmak istemezdim bir de. Çünkü yöneticilerin de kafası karışık, okura da yansıyor bu karışıklık haliyle. Şu anda Doğan’da yönetici olmak da o gazeteleri alıp okumak da zor. Şimdi bakınca bir Taraf çıktı. Star, Taraf kadar uçmasa da iyi işler yapıyor, Yeni Şafak bazen iyi haberler sunuyor.

29 Ekim 2010

Emine Gürsoy Naskali: Dedem Yassıada'dayken, Okula Gidemedim

Akademisyen Emine Gürsoy Naskali sekiz yıl çalışıp Türkiye’nin çok konuşulan, az bilinen davalarından birini; Yassıada Mahkemeleri’ni kitaplaştırdı. 27 Mayıs’ta 10 yaşında olan Naskali’yle dedesi Celal Bayar’ıntutuklanmasıyla başlayan olağanüstü günleri konuştuk .
 
27 Mayıs’ta 10 yaşındasınız. O zamana kadar çocukluğunuz nasıl geçti?
Çocukluğum Çankaya Köşkü’nde geçti, on yıl. 27 Mayıs Darbesi olduğunda Çankaya’daydım. Gece tank  sesleriyle uyandım. Büyükbabam Celal Bayar’ı almaya gelmişlerdi. Sonradan anlatıldığına göre, geldiklerinde büyükbabam direniyor.  Millet iradesiyle geldim, onunla ayrılırım, siz kim oluyorsunuz?” diyor. Böyle bir olay  olmadığından söz edenler oldu, olayı Munis Faik Ozansoy ve büyükbabamın başyaveri Mustafa Tayyar’dan  dinlemiştik biz. Ondan sonra tabancasıyla gelenleri vurmayı düşünüyor. Sonra kendini vurmaya karar veriyor. Tabancayı şakağına götürürken elinden alıyorlar. Akabinde Berin Menderes ve Aydın Menderes Çankaya Köşkü’ne geldiler. Sonrakileri pek net hatırlamıyorum.
Sonra sizi de köşkten götürdüler değil mi?
Çok kısa bir süre sonra Çankaya’dan ayrıldık. Ben, kız kardeşlerim, anneannem, annem, teyzemi İzmir Çeşme‘ye götürdüler ve ev hapsine alındık. Büyükbabam önce Ankara’da Harp Okulu’ndaydı, sonra Yassıada’daydı. Başımızda bir manga asker vardı. Onlara bir liste verirdik, alışverişe onlar çıkardı. Biz  kimseye gidemezdik, kimse de bize gelemezdi. Hatta önümüz denizdi, önümüzden balıkçıların da geçmesi yasaklanmıştı. İçeri gelen her şey kontrol diliyordu. Ben 10, ortanca kardeşim dokuz, küçük kardeşim üç  yaşındaydı. Yoğurt içinde mesaj olmasın diye kaşıkla karıştırıyorlardı. Mektuplarımızı açık verir, açık alırdık. Önemli olaylarda gazeteleri bize vermezlerdi. Anlardık ki fevkalade bir  urum var. Bu hal eylül, ekime kadar sürdü. O sırada ben Ankara Koleji’ni bitirecektim. Darbe nedeniyle bitirme sınavlarına girememiştim. Dilekçe verdik sınava girmek için. Bir gün bir teğmen ve bir tomsonlu asker geldi. Kimsenin olmadığı bir gün ve saatte tek başıma beni Çeşme’nin bir ilkokuluna götürdüler. Sınavda İnönü Savaşları’nı sordular. Özellikle böyle  sorular sordular, kasıtları vardı.
Durumun fevkaladeliğini o yaşta idrak edebiliyor muydunuz?
İdrak ediyorsunuz da bu hayatın bir parçası gibi oluyor. Nasıl diyeyim? Gayri tabii bir durum olduğunu biliyorsunuz, o kadar. Sınavdan sonra bana diploma vermeleri gerekiyordu. Aradan epey  aman geçti, bir gün gece yarısı, dışarıda gürültü patırtı oldu. Bir görevli elinde iki parça bir kağıt getirdi. Bu benim diplomamdı.  Diplomamı fotoğrafımın olduğu yerden yırtmışlar, geçersizdi. Annem dilekçeler yazdı İzmir Milli Eğitim  Müdürlüğü’ne. Bu işler çok uzadı. O yıl okula gidemedim. Zaten hiçbir okul beni almak istemedi. Bu tür bir  tecrübeden geçen sadece ben değildim. O dönemde DP’li ailelerin çocukları da benzer tecrübelerden geçtiler. O zamanlar DP’lilere “kuyruk” deniliyordu, öğretmenlerin “Kuyruk çocukları ayağa kalksın” diye taciz ettiğini biliyorum. Okula gidemeyenler oldu bu sebeple. Ertesi yıl ben özel bir okula gittim. Yine devlet okulları almak istemedi beni. İngiliz Kız Ortaokulu’na gittim.
O bir yıl nasıl geçti?
Biz İstanbul’a gelmek istiyorduk, davalar başlayacaktı. Eylül, ekim aylarında İstanbul’a geldik. Kalacak  yerimiz yoktu. Evimiz mühürlenmişti. Avukat bulmaya çalıştı anneannem. Avukat konusunda da sıkıntı yaşadık. İstanbul Barosu’na bağlı bulunan avukatların Yassıada’da bulunanların davalarını alması yasaklanmıştı. Talip  olan avukatların bir kısmı bence darbecilerin isteği doğrultusunda çalışan kimselerdi veya çok genç avukatlardı. Mesela Hüsamettin Cindoruk 27 yaşındaydı. Zaten kararlar en başından verilmişti. Savunma yapılmış, yapılmamış önemi yoktu. İdamların olacağı belliydi. İmralı Cezaevi’nin  müdürünü dinlemiştim. Davalar  sürerken ona darağaçlarını hazırlamasına yönelik talimat geliyor. 80-90 darağacı ve sanduka yapması isteniyor. Cezaevi müdürü “Mühimmat depolanacak” diyerek sandukaları, “Futbol sahası kurulacak” diyerek darağaçlarını  hazırlıyor. Yassıada’dan adalet diye söz etmek mümkün değil. Hukukun, insan haklarının ihlal edilmiş olduğu  yüz karası bir senaryo. Bu darbeyi yapanlar Türkiye’ye nelere mal olduğunun farkında olmayan insanlar.
Büyükbabanızın cezaevi sürecini nasıl yaşadınız?
Mahkemeler bir yıl sürdü. O süreçte Çiftehavuzlar’daydık. Bu evin de hikâyesi ilginçtir. Anneannem burayı  1957 yılında alıyor. Büyükbabam Cumhurbaşkanı olduğunda anneanneme “Bu süre içinde hiç bir malın  satılmasını ve alınmasını istemiyorum” demiş. Fakat anneannemin istimlakten bir para geçiyor eline. Ankara’dan ayrılınca İstanbul’da oturabileceklerini düşünerek, “İstanbul’da bir evimiz olsun” düşüncesiyle bu evi alıyor. Bu büyükbabamın hiç hoşuna gitmemiş. Burada ancak bir kere öğle yemeği yiyebildiler. Çünkü  anneannem büyükbabamı Kayseri’de ziyarete giderken trende yaptığı yolculuk sırasında vefat etti. 24 Aralık  1962 tarihinde. Bu evde hiç birlikte olamadılar. Büyükbabam idamı düşünülen 15 kişi arasındaydı. Üç idam gerçekleşti. Yıllar sonra İmralı’dan cenazelerin alınması söz konusu olduğunda, cenazeleri almaya yakınları  gittiler. Fatin Rüştü Zorlu’nun kızı Sevin Zorlu’dan dinlemiştim, üç mezar yan yana, o sırada bir tereddüt olmuş, bu mezarlardan hangisi kime ait diye. Sevin babası çok uzun boylu olduğu için hiç zorlanmamış. Kemiklerinin  uzunluğundan tanımış. Ama Zorlu için boyu kadar mezar kazmak yerine cesedi mezara sığdırmışlar. Ölüm  herkese mukadder ama ölüm karşısındaki duruş son derece önemli oluyor. O duruş insanların karakterinin de göstergesi oluyor.
O dönemin kadınlarının da kendi içinde dramları var. Anneanneniz yolda vefat etmiş, Berin Menderes eşinin özel  ayatının mahkemelerde ifşa edilmesine, Ayhan Aydan aşağılanmaya maruz kaldı.
Karakter olarak hepsi çok vakur insanlardı. Çok derin acılar çektiler. Fakat bu sessiz yaşandı. Mesela kararların arifesinde avukatımızın Yassıada’dan gelip anneanneme idam kararlarını bildirdiği günü hatırlıyorum. O gün bize kararların açıklanacağını biliyorduk. Kapı çaldı, Gültekin Başak Bey içeri girdi. Anneannem üst kattan aşağıya indi. “Hoş geldiniz Gültekin Bey” dedi. Gültekin Bey, “kararlar maalesef üzücü” diye yanıt  verdi. Anneannem “Teşekkür ederim” deyip, yukarı çıktı. İdamların gerçekleşmesiyle duyduğumuz acıyı tarif  edemem.
Yaşadığınız olaylara rağmen, hayatınızı değiştirmeyi başarmışsınız...
Bir taraftan maruz olduğumuz gayri tabii bir yaklaşım vardı, diğer taraftan Türkiye’de bizleri çok seven insanlar var. Oradan baktığımda çok ayrıcalıklı bir konum. 27 Mayısçılar, darbeyi destekleyenler seslerini çok  çıkartıyor gibi olsalar da azınlık. 27 Mayıs’tan sonra sansür dönemi yaşandı. Bence bu sansür döneminden tam olarak kurtulamadık da. Hâlâ pek çok şey dobra dobra söylenemiyor. O dönemle ilgili bir yalan tarih inşa  edildi, onu henüz yıkamadık. Türkiye’de darbeciler halen yargılanmadı.
Aynı durum 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri için de geçerli. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Ben diğer darbelerle ilgili bir şey demeyeyim. Darbeler tartışılırken 61 Anayasası’nın halen yürürlükte olan 82  Anayasası’na göre çok daha iyi olduğu ifade edilir. 61 Anayasası’nı methedenler o yasayı getirdiğinde Atatürk  Anayasası’nın kaldırıldığını hiç söylemiyor. 61 Anayasası’nın girişinde şöyle bir ibare var: ‘Demokrat Parti  meşruiyetini kaybetmiş bir partidir.” Daha mahkemeler sona ermemiş. 61 Anayasası’nda belki birçok konuyu ayrıntılı ama insan hakları konusunda 1924’ten ileri olduğunu söyleyemem. Hukukçu değilim ama söyleyemem. 61 Anayasası’nda eski cumhurbaşkanlarının ve darbeyi yapan darbecilerin ömür boyu senatoda senatör olarak hayatlarını devam ettireceği maddesi vardı. Böyle bir anayasadan nasıl ilerici diye söz edilebilir? Bu madde İnönü için çıkarıldı. Çünkü o zaman Bayar’ın asılması bekleniyordu. Ama kader öyle bir gelişti ki, asılmadı. Büyükbabam Kayseri’den çıktıktan sonra tabii senatör olarak Ankara’ya davet edildi, kabul etmedi. Büyükbabanız cumhuriyetin kurucu isimlerinden. Bu isimler ilerleyen dönemlerinde bambaşka tartışmalarıniçinde yer aldılar, bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Büyükbabam meşru olmanın çok önemli olduğunu düşünürdü. Halk iradesinin önemine inanırdı.
Büyükbabanız Kayseri’den geldikten sonra yaşadıklarından hiç söz etti mi?
103 yaşına kadar yaşadı. Siyaset her zaman hayatımızın bir parçası oldu ama yaşananlar hikâye şeklinde hiç anlatılmadı. Büyükbabamın hayatı Osmanlı döneminden başlayarak, vefatına kadar her anı yoğun geçmiş.  Defter kapanmış da geçmişe bakalım gibi bir durumu hiç olmadı.
Cumhurbaşkanıyken cezaevine giriyor, bunun kırgınlığı hiç olmadı mı?
Kırgınlık olarak düşünmüyorum. Çok güçlü bir insandı, çok vakurdu. Çok sevilirdi. Son yaşanan darbeler de önemli bir dönem ama “Sizce hayatınızın en önemli, en kayda değer dönemi hangisiydi” diye sorsalar, bence milli mücadele dönemleri olduğunu söylerdi.
Tutanaklarda en çok neden etkilendiniz?
Çok acı dönemlerden geçilmiş. 27 Mayıs’ta DP milletvekilleri, üst düzey bürokratlar, ihbar edilen kişiler derdest edilerek İstanbul’a, bir kısmı Yassıada’ya, bir kısmı Balmumcu’ya yerleştirilmiş. Öldürüldüğünü  düşündüğüm, bazılarına göre intihar olan İçişleri Bakanı Namık Gedik bir çöp arabasına konularak Harbiye’ye getiriliyor. Mesela Doktor Zakar Tarver Yassıada’ya götürülürken, motordan düşüyor. Yerdeyken postalla şakaklarını tekmeliyorlar. İki hafta içinde öldü. Lütfü Kırdar mahkeme sırasında yığılıp kaldı, öldü. Orada olan oğlunun yanına gelmesine müsaade edilmedi. Tutanaklarda kendi sevdikleri şahitlere “Siz” diyorlar. Buna  mukabil milletin gönlünde yer etmiş insanlara hiç hitap edilmemesi gerektiği şekilde hitap edildi. Davalar sonunda Kayseri’ye götürülenlerin büyük çoğunluğu kısa zaman içinde vefat ettiler.
Deniz Gezmiş de, idam sehpasına götürülürken hastadır, Adnan Menderes de...
Menderes’in idamı da mümkün olan en uzun sürede gerçekleştiriliyor. İdam edildikten sonra indiriliyor, sonra  tekrar onu öyle görmek için ipe çekiyorlar. İade-i itibar yapıldı, hukuken gerekliydi. Ortada suç yok ki “af”  olsun. Bu insanlar itibarlarını hiç kaybetmediler ki. O terminoloji beni hep rahatsız ediyor. Önemli olan halk  darbecileri affetti mi, ona bakın.
Tutanaklara nasıl ulaştınız?
Büyükbabamın sağlığında alınmıştı. Tutanaklar çok sınırlı bir sayıda çoğaltılarak ciltlenmiş. Yakın bir zamanda amcam büyükbabamın “Emine bir gün bu tutanakları gözden geçirir” dediğini söyledi. Tutanakları düzenlerken  bundan haberim yoktu. “Tarihimizin bir parçası bunun ortaya konması gerekir” diye düşündüm. Diğer taraftan zabıtlar darbecilerin senaryosuna uydurularak düzenlenmiş bir mahkemenin tutanakları. Bunları ortaya korken,  “Acaba bu yalan senaryoya hizmet mi ediyorum” diye aklımdan geçti. Ama okuyacak insanların satır aralarını  görebileceğini düşündüm.
Parayla alınmış dediniz ya nasıl olmuş bu?
Mahkeme sırasında yazılmış, saman kağıdına teksir edilip, ciltlenmiş. Tahminim, çok sınırlı sayıda Milli Birlik Üyeleri’ne verildiği. Herhalde buna sahip olan kimselerden biri sattı.
Zabıtları hazırlamak ne kadar sürdü?
Ayrı ayrı ciltler halindeydi bunlar. Süre olarak bir şey diyemem ama 2000 yılında çalışmaya başladım. Metinlerin okunur hale getirilmesi, bilgisayar ortamına aktarılması, kişi isimlerinin düzenlenmesi, bu kadar zaman aldı.
Cumhurbaşkanının torunu olup Çankaya Köşkü’nde yaşamak ve ondan sonra zorla köşkten ayrılmak asıl bir  his?
Çocuk olarak bulunduğunuz ortam sizin için en tabii ortam oluyor. Başka bir ortam bilmiyorduk. Gerek  Çankaya’daki hayatımız, gerek gelen ziyaretçiler sizin bir parçanız. Normal gördüğünüz bir yaşam tarzı.  Mukayese yaparak değerlendiremiyorum. Sonrasında sadece bir mekan değişikliği oldu. Yoksa hayatımıza  çok bir değişiklik gelmedi. Bambaşka bir kişiliğe büründüğümüzü söyleyemem. Yine ne isek farklı şartlarda o  kişilikler devam etti.

Elif Şafak: Üzerime Beş Çocuk Daha Yaparım Rahatlığı Geldi...

Göçebeliği ve kendine dönüklüğü ile tanıdık Elif Şafak’ı. Pinhan’la hayatımıza girdi. Son romanı Baba ve Piç’le 301. maddeden, “Türklüğe hakaret”ten yargılandı. Beraat etti. Duruşması görülürken henüz iki günlük anneydi,olanları yatağından izledi. Suskunluğunu doğum sonrası depresyonunu anlattığı Siyah Süt’le bozdu. Şafak’ın  yazdıkları kadınlara rehber oldu. 18 aylık anne Şafak, şimdi beş aylık hamile. Ona Siyah Süt’ü yazdıran sular  durulmuş, kendinden emin bir hamilelik sürüp, bebeğine Şems diye sesleniyor. Şafak’la bugünlerini konuştuk.

Bunca zaman göçebe yaşamışken, bu son iki yıl, yerleşik hayatınızın başlangıcı oldu diyebilir miyiz?
O da başka bir uçtu aslında. Neredeyse aynı evde bir seneden fazla kalmadan ya da bazen aynı şehirde bir  seneden fazla durmadan yaşıyordum. Yerleşik hayat, bilhassa evlilikle gelen yerleşiklik acayip ürkütücü ve monoton geliyordu bana. Tabii çok değiştim. Yerleşik hayattan keyif almayı öğrendim. Bazen diyorum ki “Göçebeydim, çiftçi oldum.” Ama doğrusunu isterseniz tamamen yerleşmeye niyetim yok. Belki eskisine göre daha düzenli ve yerleşik olabilirim şu anda. Ama ruhen hep göçebeyim. Yolculuklardan vazgeçemem ki...
Sözleri ve gücüyle çevresindeki kadınları etkileyen bir büyükanne ve hayatı kaldığı yerden başlatma gücüne sahip bir anneyle büyüdükten sonra, bebek sahibi olunca kadınlık hallerine vakıf olmadığınızı hissetmek size nedüşündürdü?
Beni iki kadın yetiştirdi. Batıl inançlarla dolu, sevecen bir anneanne ve azimli, feminist, dul bir anne. Her ikisinin de çok izi var hayatımda ve edebiyatımda. Hem geleneksel hem modern kadınlık kültürünü birebir yaşayarak, gözlemleyerek büyüdüm ve bundan çok şey öğrendim. Her kesimden kadın okurum var ve açıkçası onlardan gelen yorumları çok önemsiyorum. Öte yandan anne olunca yeni bir evre açıldı. Çok değiştim. Ama tabii şu da var: Kadınlık halleri diye tek bir şey yok aslında. İlla da çocuk yapmak değil kadınlık halleri. Genç kızlık hallerimiz, sırılsıklam âşık hallerimiz, çelişkilerimiz, depresyonlar ya da menopoz, hepsi bu kadınlık hallerinin  içinde.
“Çocuk sahibi olunca beyinden bedene dönüşürüm, üretkenliğimi yitiririm” derken, bebekle 18 ay doldu. Bu 18 aya da, Cumhurbaşkanlığı yemeği, Tempo ve Zaman gazetesi yazarlığı, Siyah Süt kitabı, Menekşe ve Halilsenaryosu sığdı. Şimdi kendinize haksızlık ettiğinizi düşünüyor musunuz?
Siz böyle sorunca, “Evet boş yere paniklemişim o dönem” diyorum. Ama depresyon hep öyle değil midir zaten? İçindeyken gözünde büyür. Sonradan bakınca “Hay Allah, boş yere perişan etmişim kendimi” dersin.  Ama o dönem bir ara yazarlıktan ev kadınlığına geçiş yaptım gibi geldi bana. Ve en tuhafı bir yanım bundan hiç hoşlanmazken, bir yanım gayet memnundu. “Evde kalayım, kayısı reçeli yapayım, yazarlıktan daha sakin, belki  de daha mutlu bir hayat olur, fena mı olur?” diyen bir yanım ortaya çıktı. O yanımla diğerlerini bütünlemekte zorluk çektim epey. O zaman isyan etti İçimden Sesler Korosu’ndan Sinik Entel Hanım.
Sizin kariyerinizdeki birçok kadın çocuk sahibi olmak isteyip olamıyor. Siz oldunuz. Birçok kadın da ikinci çocuğu isteyip onu göze alamıyor. Siz onu da göze aldınız. Bu ilkinde yaşanan sıkıntıların yarattığı bir özgürleşme, güven hali mi?
Tabii her hayat farklı seyrediyor. Tek bir formül yok, tek bir yol yok ki. Her kadında başka türlü akıyor öncelikler, tesadüfler. Ama açıkçası ben en zor aşamanın ilk bebeği göze almak olduğunu düşünüyorum. O aşamayı geçince, hele hele postnatal depresyonu yaşayıp dibe vurunca, bana bir başkalık, bir rahatlık geldi. “Vay, beş tane daha çocuk bile yapabilirim ardından. Ya da belki bir de evlatlık edinmek.” O da çok güzel geliyor bana. Evlatlık edinen ve öz-üvey ayırımı yapmadan sevgilerini veren kadınlara ve erkeklere çok saygı  duyuyorum.
Modern toplumlarda hamilelik, neredeyse bir hastalık olarak algılanmak üzere. Kadınlar izin alırken, çocuğun doğumundan sonra hayata karışırken birçok sıkıntıyla karşılaşıyor. Bu sıkıntıları nasıl yorumluyorsunuz?  Kadınlar kadın olmakla varolmak arasına mı sıkıştırılıyor?
Geleneksel aile yapılarının da çok sorunlu yanları var muhakkak ama hiç olmazsa bebek yetiştirme konusunda  iyi bir sistem. Yengeler, anneanneler, kuzenler derken herkes beraber bakıyor bebeklere. Hurafelerle, cinler  perilerle de olsa hayatın tekinsiz yanlarını konuşabiliyor insanlar. Modern yapıda böyle bir şey yok. Kadınlar tek başına her şeyi kotarmak zorunda. Anne, eş, kariyer kadını, şu bu derken roller ve talepler arasına  sıkışıyoruz. Ve en kötüsü bunları konuşmakta zorlanıyoruz.
Siyah Süt’le gördük ki, “Sonunda başını unutmanız dileğiyle” deseniz de, birçok kadına kendini fark ettirecek bir durumu rahatça kaleme aldınız. İçinizdeki bu yeni yazarlık halini fark etmek size başka projeler için ilham verdi mi?
Hakikaten beni o kadar çok duygulandıran tepkiler, mektuplar aldım ki Siyah Süt’ten sonra. Bu kitap sadece doğum-doğum sonrası üzerine değil. bence tüm çelişkileriyle beraber kadınlık ve insanlık hallerini anlatıyor. Bu katmanlar yakın geldi insanlara. Ben çok şey öğrendim bu süreçten. Değiştim. Eski köşelerim kalmadı, kendi  içimde bir bahar temizliği yaptım galiba. Muhakkak ki bunların, bilhassa anneliğin kalemime yansıması vardır. Ama bunun takdirini ben yapamam. En iyi okurlar yapar bence. Onlar görebilir kalemimdeki değişimi.
Saten Şehvet Hanım, kadın yazarların cinselliği yeterince rahat ele alamadığından şikâyet ederken, bir kadın yazarın  kadınlığın en mahrem hallerinden birini, loğusalığı, böyle tartışmaya açıvermesini nasıl yorumladı?
Saten Şehvet Hanım kadınlıkla, bedenle daha barışık olmamı isteyen yanım. Ben hep bedenini cesurca,  özgüvenle taşıyan kadınlara hayran olmuşumdur içten içe. O da öyle bir tip. Ne yazık ki ben öyle değilim. Ataerkil bir toplumda, bedeniyle değil de beyniyle var olmaya çalışan her kadının karşılaştığı engeller ve çelişkiler var. Çoğu da “dışarıdan” değil, kendi içimizden dayatılan kalıplar. Bunlar, yazıya dökülmesi çok kolay şeyler değil. Bir de tabii yazı dünyası, çok erkeksi bir dünya. “Kadınca meseleler” sanki o entelektüel  dünyaya çok da yakışır konular değilmiş gibi algılanıyor. Böyle bir önyargı olduğunu üşünüyorum. Siyah Süt’te bunları aşmaya çalıştım. O yüzden Saten Şehvet Hanım memnun ama gene de ona kalsa çok daha dobra yazmalıyım cinsellik konusunda.
Menekşe ile Halil alışkın olmadığımız üzere bir sezonda başladı ve bitiyor.  Ama böylece edebiyatçıların da popüler ve güzel işler çıkarabilir görmüş olduk. Bu size yeni bir senaryo yazma isteği verdi mi?
Ben Menekşe ve Halil’de çok güzel bir ekiple çalışma fırsatı buldum. Başından sonuna keyifli bir çalışma oldu. Bizde açıkçası edebiyatçılar bazen biraz küçümser popüler kültürü, bilhassa dizileri. Kaç kez tanık oldum  buna. Sanki biz yazarlar daha nezih, daha üst bir iş yapıyoruz da, televizyon işi daha aşağıdaymış gibi. Buna katılmıyorum. Edebiyatçıların sinemadan, sinemacıların da edebiyattan alacakları çok şey var bence. Sanat  dalları arasında hiyerarşi olmaz. Ayrıca her popüler olan da kötü olacak diye bir şey yok. Ben “popüler kültür” kavramının illa da aşağı bir hal ya da cehaletmiş gibi kullanılmasından yana değilim. Yok böyle bir kalıp.
Sizin de mağduru olduğunuz TCK’nin 301. maddesinin gelecek hafta Meclis Adalet Komisyonu’ndagörüşülerek değiştirilmesi gündemde. Bu gelişmeyi nasıl yorumluyorsunuz?
Türkiye’de demokrasinin olgunlaşması sürecinin adımları olarak görüyorum bunları. Tüm farklılıklarımızla, zenginliklerimizle beraber yaşamayı öğreniyoruz. Hepimiz.
Aklınızda şekillenen projeler var mı?
Bu aralar sinema ile ilgili bazı projeler var. Sinema beni heyecanlandırıyor. Tasavvuf hep önemliydi benim için  ama açıkçası akıldan kalbe indi, tasavvuf eskisinden daha çok var artık hayatımda. Bir de yeni romanıma başladım. Bebekti, hamilelikti aralarda yazıyorum.
Bu hamilelik planlı bir hamilelik miydi? Ve bu bebeğin de ismi kendisiyle beraber mi gelecek?
Evet, ikincisi planlı bir hamilelik. Ama plan dediysem öyle uzun zamandır yapılan bir plan anlamında değil. O  yüzden planlı değil de istenilen, arzulanan bir hamilelik diyelim sterseniz. Ben tek çocuk büyüdüm ve açıkçası çocukluğum çok yalnız geçti. İstedim ki bir kardeş olsun. Bu bebeğin ismi henüz gelmedi. Bazen Şems  diyorum.
“İçimden Sesler Korosu”na yeni eklenen kadınlar oldu mu? Ya da mesela Hırs Nefs Hanım bu hamileliğe tepkili mi? Can Derviş Hanım yeni hali nasıl yorumluyor? Sinik Entel Hanım’la bu aralar aranız nasıl? Gene ilk hamilelikteki gibi gücenik mi? Anaç Sütlaç Hanım yine monarşi ilan etti mi?
Yok yok bizimkiler kuzu gibi. Ara sıra endişeler, tartışmalar olsa da eskisi gibi değil. Siyah Süt’ü yazarken içime demokrasi geldi. Gördüm ki seneler boyu ön planda olan iki karakter varmış. Bilgiyi, kitapların dünyasını temsil eden Sinik Entel Hanım ile tasavvufu simgeleyen Can Derviş Hanım. Bu ikisi çok önemliydi. Siyah Süt’le beraber diğer seslerle de barıştım. Farklı sesler eşitlendi, bir arada yaşamayı öğrendi. Bu süreç beni çok  değiştirdi. Belki de bu yüzden bu hamilelik ilkinden çok farklı. Ama sonuçta galiba her hamilelik farklı bir  hamilelik. Kainatta tekrar yok. Şehrazat Zelda Siyah Süt kitabını yazdırdı.
Şimdi anne olmaya daha mı  hazırsınız?
Bu benim ilk otobiyografik kitabımdı. Kendini anlatmayı seven biri değilim. Edebiyat insanın kendini  anlatmasının değil, başkasını anlamasının sanatı bence. O yüzden Siyah Süt’ü yazmak benim için hem yeni hem zordu. Bu kitapta hiç işime gelmeyen yanlarımı açtım, kendimle dalga geçtim. Komplekslerimi, hırslarımı,  zaaflarımı masanın üzerine dizip bir bir deştim. Hakikaten canım yandı yazarken. Ama kitap bitince bir yara  kurudu, depresyon da bitti. Hani kokulu rüya görünce gidip suya anlatırsın ya. Akan suya. Bu kitabı yazmak da öyleydi. Ben anlattım, su aldı götürdü. Bir de baktım ki ferahlamışım.

Ekrem Dumanlı: Zaman Değişime Cumhuriyet'ten Daha Açık

 Ekrem Dumanlı’yla buluşmak için pek naif bir nedenimiz vardı, kabul ediyorum. Yeni kitabı çıkmıştı, Anlık Hikâyeler. Ama medyada tasfiye edilecekler, kalacaklar, araftakiler tartışılmasını başlattığı için gazetecilik de girdi sohbetimize. Gazetesi Zaman’a “bir kere okunsa anlaşılacak” diyerek kefil olan Dumanlı’ya göre asıl merkez medya kendine çekidüzen vermeli...

Anlık Hikâyeler içinde insanların hem toplumsal hem bireysel sıkıntılarına yer vermişsiniz...
Bireyin toplumsal olandan aslında hiç kopmadığını, sürekli istese de istemese de bir parçası olduğunu düşünüyorum. Sonuçta hepimizin kaderini etkileyecek önemli hadiseler yaşanıyor, yaşanacak. Bu hikâyeleri  yazarken de, küçük zaman dilimine geniş hadiseleri sığdırmaya çalışırken hep onu bir kenarda tuttum. Onun içinde ister istemez, darbelerden üstü kapalı, üstü açık bahsettiğim oldu. Toplum hayatını etkilemesi açısından futboldan bahsettiğim oldu. İnsanın yine kendi başına kalıp, hayatın, ölümün anlamı gibi her bir bireyin kendi kendine sorguladığı konulara girmiş oldum.
İlk hikâyenizi okurken sizin Yozgat’ta 16 yaşında tutuklanmanız aklıma geldi...
Aslında kendi izlerimin dışında da, benim kuşağımın hikâyelerine göndermeler yapmak istedim. Darbe öncesinin, duvara yazı yazma gibi kendi içinde çocuksuluk da barındıran hadiselerini yazmak istedim. 14  yaşında, 17 yaşında, 20 yaşında çocukların vatan kurtarma ya da vatanı tehlikeden kurtarma psikolojisini özellikle işlemek istedim. 12 Eylül öncesini çok sıcağı sıcağına yaşamış bir insanım. Öğrenci olaylarını, iktidar değişimiyle bütün emniyet teşkilatının, bütün güvenlik sisteminin değişmesini, sağ iktidarken sağın, sol iktidarken solun kollanmasını, şehre dışarıdan insanların transfer edilmesini, karakola abone olan insanları tanıdım.
Siz sağ görüşlü bir insan olarak o dönemde neler yaşadınız?
12 Eylül olduğunda 16 yaşındaydım. 13 gün bir askerî kışlada bir grup arkadaşla kaldık. Darbeyi kimin yaptığını bilmiyorduk. İnsanın ilk aklına gelen soru, bizimkiler mi onlar mı? Sonra gördüm ki, onlara da, bize de işkence yapılıyor. Fark yok. İnsanın vahşi yüzünü gördüm. Sonuçta işkenceci ekip de yaşça çok farklı insanlar değildi. O zaman askerliğe gelmiş, yarın bir gün evine dönecek. Tutuklanmakla mahkemeye çıkmak arasında bir yıl geçti. O dönemde mahkemeler arasında yetki kavgası var. Dosyalarımız gidip gelirken biz bir yıl yattık. Sonra ilk davada salıverildim. Sonra da beraat ettim. Çünkü beni suçladıkları şey biraz farklıydı. “Eğitim  masası şefliği” diye bir suçum vardı, “Eğitim masası şefliği ne demek?” diye sorguda sordum. Dediler ki,  “Kitap okuyormuşsun, konferans veriyormuşsun, insanları biraraya toplayıp onları bilinçlendirecek konuşmalar yapıyormuşsun.” Dedim “Bunların bir kısmını yapıyorum ama bunlar suç değil. Çoğu valilik tarafından izin alınmış faaliyetler. Bunun neresi suç?” Zaten ilk beraat eden de ben oldum davadan.
“Karıştır barıştır”ı yaşadınız mı?
Biz o kadarını yaşamadık ama çok yakın arkadaşlarım yaşadı. Döve döve barıştır. Birbirine sarılan, sarılmak  zorunda bırakılan arkadaşlarım oldu. Aslında kavganın çok derin olmadığı, darbe yapılınca bitmesinden belli.  Her gün 30-40 insanın öldüğü, kurtarılmış bölgelerin olduğu, evde aynı baba annenin çocuklarının birbirine  düşman olduğu bir kavga bir gecede bitmez ki. Sonra baktık sağcılar solcular aynı şirkette çalıştılar, akraba  oldular. Çoğu aynı halk kitlesinin çocuklarıydı, işçi çocuğu, memur çocuğuydular. Nasıl bir sınıfsal fark vardı ki, bu kadar derin bir sınıfsal kavga içinde olsun? Ama her iki taraf da birbirini hain görüyordu. Sonra bir  baktılar ki ortada hain de yok. Sonra hep şöyle düşündüm, devlet çocuklarına bu kadar yapamaz, çocukları  yaramazlık yapsa bile yapamaz. Amaç araç birbirine karışır.
O dönemde ne okurdunuz? Ahmet Hamdi Tanpınar mı, Nihal Atsız mı?
O dönemde en çok okuduğumuz kitap Necip Fazıl, Mehmet Akif, Yahya Kemal. Tabii ki Ömer Seyfettin, Tanpınar, Sait Faik. Batı klasiklerine yönelmem darbeden bir iki yıl öncedir. Dostoyevski benim için zirvesidir.  Peyami Safa’nın bunda çok etkisi olmuştur. Onun romancılığını çok severdim. O kadar hakkı yenmiş bir adam ki. Yıllar sonra her sene bir iki yazarın külliyatına yeniden dönüyorum. Mesela geçen sene Kemal Tahir yılımdı. Kitaplarını yığdım, tek tek okudum. Ondan önceki sene Cemil Meriç. “25 sene önce ne anlamıştım, bugün okuduğumda ne kalıyor?” diye test yaptım. Külliyat okuma işini çok faydalı gördüm kendim için.
Yazarlığı ideolojilerden de soymak gerek...
Tabii, kesinlikle. Bu Peyami Safa’ya yapılan haksızlık, biraz da Kemal Tahir’e yapılmıştır. Kurt Kanunu,  komitacılığı anlatıyor, Kara Kemal’i anlatıyor, İzmir Suikasti’ni anlatıyor, bayıldım. Bugün Ergenekon’u, bir de  o gözle okumak lazım. O dönemde Nâzım okumak çok hoş karşılanır bir şey değildi ve biz de onun etkisinde kaldık. Hiç okumadan Nâzım okumamaya karar verdiğimiz bir dönemdi.
Bir yanda edebiyat varken, nasıl gazeteciliğe bağlandınız, bir yanın naifliği, bir yanın kavgası gürültüsü...
İkisini de hayatın gerçeği olarak görüyorum. Kuşaklar boyu devam eden çatışma hattından bir türlü  kurtulamıyoruz. Biraz coğrafyanın da burada etkisi var. Madem gerçek budur, bu gerçeği içselleştirerek yaşamak lazım. Devlet Kürt sorununu çözeyim diyor, kıyamet kopuyor, Alevi Çalıştayı yapalım diyor, kıyamet kopuyor, katsayıyı düzelteyim, azınlıkların haklarına bakalım diyor, kıyamet kopuyor. Neye elinizi atsanız  kıyamet kopuyor. Ama sonuçta her bulanma bir durulmayı gerektiriyor. Zaman gazetesi çok değişiklikler yaşadı kendi içinde, kendini yenileye yenileye bugüne geldi. Bu değişiklikleri yine tırnak içinde söylüyorum “öbür taraf” yapsaydı, inanın yere göğe sığdırılamazdı.  Mesela Cumhuriyet gazetesinin kendi içinde bir yenilik yapmasını ben çok arzu ederim. Elimden gelse yardımcı da olurum. Ama kıpırtı yok, yaprak kımıldamıyor. Pozisyonlar hiç değiştirilmiyor. 20 sene öncesiyle bugünün aynı olduğu düşünülüyor. Üstelik siz ne kadar değişseniz de, dar bir alana indirgenmek istiyorsunuz. Bunların da altında ezilmemek gerektiğini düşünüyorum. Toplumun bir vicdanı var. Hep şöyle tanımlıyorum, toplumun sezgisi bilgisinin önünde.
Mesela benim annem tüm Cumhuriyet mitinglerini izledi ve Zaman gazetesini eline alması düşünülemez. Ona Zaman’ı nasıl anlatırdınız?
Önyargıyı kırmak çok zor. Sadece bizim tek taraflı anlatmamız da yetmez. Cumhuriyet’teki insanların da bu  konuda bir adım atması lazım. Bizim de Cumhuriyet’e bir adım atmamız lazım. Bu kindarlık, bu etten örülen duvarlar tek başına yıkabileceğimiz şeyler değil. İki sene önce kitap fuarına gittim, Mustafa Balbay kitaplarını imzalıyordu. Meslektaşız, tanışıyoruz, geçerken tereddüdüm oldu. “Merhaba” demek, Cumhuriyet’in standına  girmek demek. Girdim, başladık konuşmaya. Stanttaki herkes pür dikkat kesildi. Gencin biri “İnanamıyorum  bu manzaraya” dedi. Şunu düşündüm, “Bu kadar mı düşmanız?” Ben Cumhuriyet gazetesini yıkabilecek güce sahip değilim, gerek de yok, o da benim buharlaşmamı bekleme lüksüne sahip değil. Türkiye’de insanlar ara ara düşman ilan edildi. Aleviler, sağcılar, solcular, laikler. Ya bunlarla barışacaksınız ya da bu insanları yok edeceksiniz. Tek çare var, bu hayatı beraber yaşayacağız. Annenize sadece şunu söylerim, “Bir kerecik al oku, bir kerecik.”
Sizin bu önyargıda bir payınız olabilir mi?
Gazeteye özen gösterdiğimizi düşünüyorum. Tabii ki hatalarımız oluyor; anlatım hatalarımız oluyor, dil  yanlışlarımız, üslup yanlışı oluyor. Sonuçta büyük bir bilgi havuzunun içindeyiz. Altı, yedi bin haber geliyor. Doğru haber seçemediğimiz, iyi düzeltemediğimiz oluyor. Karşıt görüşler mutlaka alınsın istiyoruz, onun eksik olduğu haberler oluyor. Ama çok samimiyetle, titizlenerek gazete yaptığımızı düşünüyorum. Eğer solcu  olsaydık yere göğe sığdırılamazdık. Entelektüel kesimde erken kalkan mesafe almış. Şu anda sosyal değişim rüzgârı başka bir istikametten esiyor ve merkez medya bu rüzgârın toplumsal şifrelerini, değişim ve dönüşümünü çözemedi. Hiçbir topluluk egemen güç rahatsız diye buharlaşmaz. Sadece görünmez olur. Bu  saatten sonra Cumhuriyet’in çıkmazı da o. “Ben tek taraflı bu insanların beynini yıkarım, bilgi akışını kendi  penceremden sağlarım” demek mümkün değil. Yeni gelen kitlenin içinde manevi değerlerin hâlâ yaşadığını görmek lazım.
Avrupa’da Türklerin hâlâ fesle dolaştığının düşünülmesine mi benziyor Zaman’a duyulan önyargı? 
Doğru, iki yılda bir araştırma yaptırıyoruz. Hızla aşağıya doğru inen gazeteler ve gazete modelleri var. Türkiye’de toplumun bir vicdanı var. Belki bir anda fark etmiyor. Zaman’da çok mesafe aldığımızı, beş, on sene önceki halimize göre çok daha doğru anlaşıldığımızı düşünüyorum.
Taşraya hitap eden bir gazete gibi algılanıyorsunuz değil mi?
Evet, Hilmi Yavuz’un dokuz senedir yazdığını bilmeyen çok insan var. Selim İleri yazıyor, Şahin Alpay yazıyor,  Turan Alkan yazıyor, Etyen Mahçupyan en az ayda bir kere yazı gönderen bir insan. Bejan Matur yazıyor.
Siz korkmadınız mı bu isimleri almaktan?
İşin doğrusu “Yaptığımız değişiklikler yanlış anlaşılırsa ne yaparız?” diye korktuk. Esas önemli olan okurların maksadımızı doğru anlaması. Benim Pazartesi Yazıları bu yüzden ortaya çıktı. Gazetenin kuruluşun 15. yılında  3 kasımda çok büyük değişiklikler yaptık mizanpajından, yazılarına kadar. Sonra düşündük, bunu izah etmek  lazım. Sonra bunu birinin yazması gerektiğine karar verdik, ondan sonra Pazartesi Yazıları’na başladım. Önce  yadırgandım, “İletişim Fakültesi’nde ders mi veriyorsun?” diye soranlar oldu ama hep okurumuzu ikna edelim diye düşündüm.
Zaman’da yayın yönetmeni olmak Hürriyet’te, Milliyet’te yayın yönetmeni olmaktan farklı olmalı. Sarı pantolon giymeseniz de çok şeyiniz dikkat çekiyor... “Namaz kılıyor musun?” diye soran oluyor mu mesela?
Yok öyle bir şeye rastlamadım ama söyle söyleyeyim Zaman’da yayın yönetmeni olmak daha zor. Çünkü  şöyle bir dünya kurgulamıyorsun, “Ben yayın yönetmeniyim, kapımı kapatırım aryamı dinlerim.” Toplum içinde olmak, çarşı pazara inmek zorundayım. İnsanların bizi bir üst zümre gibi görmemesi gerekiyor. Doğru olan da budur. Gazeteciler toplumun bir üst kesimi değildir. Topluma yukardan bakma hakkına sahip değildir. “Hayat standardım budur” deme lüksüm yok. Öyle yazılar okuyorum ki, yok efendim falan kulübe gittim de havyarı oydu da, yemeği buydu da. Böyle bir şeyi Zaman’ın Genel Yayın Yönetmeni’nin yapmaması gerekir. Küçümsenen şeyler var ya cemaat falan diye, bunlar halkın ta kendisi. Halk sizi kendine yakın görüyor, o yakınlık duygusunu hırpalamamak lazım. İyi yönetici olmak budur.
Sizin önünüze hiç beluga havyarı gelmedi mi, aklınızı çelen bir şey olmadı mı?
Yok vallahi, ben kendi kendime hep şu sözü verdim, “Öldüğümde arkamda bağlar, bahçeler, hanlar hamamlar olmamalı.” Eğer düşüncenin bir namusu, şerefi varsa. Başkası piyasa gazetecisi yöneticisidir, çocuklarına yatlar katlar bırakabilir. Ama ben bizim gibi biraz tevekküle, düşünceye dayalı gazetelerin yöneticilerinin arkasında çocuklarına olsa olsa yazdığımız yazılar, yaptığımız işler kalabilir. Bir businessman havasına girdiğim an, bu meslekte de, hayatta da, düşündüğüm felsefede de bitiş noktasının geldiğini düşünürüm. Sonuçta bir şekilde insan, hayatı yaşayıp gidiyor. Ne kadar yaşarsanız yaşayın. İnsan ne kadar çok şeye sahipse o kadar korkak olur, benim hayat felsefem bu. Businessman havasına girersem biterim Zaman’da yayın yönetmeni olmak daha zor. “Kapımı kaparım, arya dinlerim” diyemiyorsun, cemaat falan diye küçümsenenler halkın ta kendisi Bidon  kafa dersen tüp kafa derler
Vakit gazetesi’nin hedef gösteren tavrı hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bu üslubu beğenmediğimi Vakit gazetesindeki arkadaşları küstürecek kadar net bir şekilde söyledim.  Ama aynı şeyi Milliyet için niye söylemiyoruz? Çok yakın bir zamanda Ali Bulaç’ın resmini basıp, “İşte Ortaçağ kafası” diye yayınladılar. Diyelim ki Ali Bulaç yanlış bir şey söyledi, onun karşılığı bu mudur? Türk medyasında “Vakit gazetesi bunu yapıyor, başka kimse yapmıyor” diyemediğimiz bir üslup bozukluğu var. Hrant Dink’in öldürülmesinden başlayıp geriye dönüp Türk medyası çok ciddi bir nefs sorgulaması yapmaya mecburdur. Bir büyük gazetemiz “Sabiha Gökçen Ermeni” manşetini atmasaydı kim tanırdı Hrant’ı? O manşet üzerine Genelkurmay alelacele basın açıklaması yapmasaydı, ne olurdu? Onu namlunun önüne koyduk mu koymadık mı? Vakit küçük bir gazete olduğu için onun üzerine söyleye söyleye gidiyoruz ama merkez medya da bunu yapıyor. Türkiye’de bir sürü Vakit gazetesi var.  
Elenecek gazeteciler eleştiriniz buradan mı kaynaklanıyor?
Bunları söyleyince “Sen kimsin ki bunları söylüyorsun” diyorlar, “Kişiselleştirmeyelim” diyorum ben de.  Gelin üslubumuzu, gazetecilik mantığımızı sorgulayalım. Bu yazıdan sonra kıyameti kopardılar.  Ne diyeyim? İsim vermiyorum. Yalan yazan tasfiye olacak, toplum tasfiye edecek diyorum. Toplum artık  yalan istemiyor. Lakap takan gidecek. Kulp takan, iftira eden, manipüle eden, tekebbür eden kişi ayıklanacak. İsim söylememeniz tartışmayı büyütüyor... Ben “Sen bunu yapıyorsun” demiyorum. “Ben yaparsam ben de gideyim” diyorum. Bu saatten sonra insanlara “Göbeğini kaşıdın, bidon kafalısın  diyemezsin. Bu açıdan bakınca Vakit gazetesini genel üslubun içinde görüyorum. Hiçbir yazar dünyanın  hiçbir yerinde merkez medyada yer alırken, kalkıp “Bidon kafa” diyemez. Biri de kalkar sana “Tüp kafa” der. Böyle bir şey diyemezsin, böyle bir özgürlük yok. Olay buraya geldiği zaman kimse bir şey demiyor,  dediğinizde sizi başka türlü lakaplarla suçluyorlar. Bu işin eleştirilmesine merkezden başlamak lazım. Çünkü pusula biraz onlara göre hareket ediyor. Burada açı beş derece değişirse, orada açı 40 derece  değişir. Kenardaki bazı gazetelerin üslubu çok sert, biçimsiz olabilir ama önce merkezde kitle gazetesi  olmaya karar vermiş gazetelerin değişmesi gerek. Yani, Milliyet Gazetesi öyle başlık atamaz.

Selim Badur: Domuz Gribinden Korkmayın...

Domuz gribi hayatımıza getirdiği değişikliklerle gündemimizde. Gribin tesbiti için çalışan iki laboratuardan biri İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde. Ekipten Prof. Dr. Selim Badur buluştuk, bize gribi anlattı. Gayet sakin ve ikna ediciydi, ben de ikna oldum; endişeye mahal yok, bol bol sıvı ve vitamin takviyesine devam...

Etrafta bir domuz gribi lafıdır dolaşıyor. Neler oluyor?
Türkiye’de bilgi kirliliği oldu, medyada da yanlış bir yaklaşım var. Görsel medya karşıt görüşlü insanları çıkarıp onları kapıştırıyor. Toplumun böyle bir konuda bilgilenmesi açısından bu yöntemin oldukça zararlı olduğunu düşünüyorum, insanların kafası çok karışıyor. Bu sıradan bir hastalık değil, bir salgınla karşı karşıyayız. Milyonlarca insanın hastalanabileceği ve hastalanmakta olduğu bir salgından bahsederken, buna diğer sağlık  haberlerinden farklı yaklaşmamız lazım. “Bu hastalık abartılıyor mu?” sorusu var, birtakım spekülasyonlar  yapılıyor. Aşı ya da aşının içindeki zararlı maddeleri tartışan ya da aşının olumsuzluklara yol açtığını söyleyen, Türkiye’nin fazla aşı aldığını söyleyen bir takım insanlar çıkıyor televizyona. Aşının içinde adruan diye bir madde var. Yetmiş yıldan beri kozmetik sektöründe kullanılan, güvenilir, milyonlarca insana uygulanan bir  madde. Çok fazla bilgi kirliliği var. Civadan bahsediliyor. Civa etkiyi arttırıcı olarak değil, koruyucu olarak, 10 ayrı kişiye uygulanacak aşılarda kullanılıyor. Birileri kalkıp “Bu aşıyı çocuklarınıza yaptırırsanız civa zehirlenmesi olur” diyor. İki tür civa var, biri etil biri metil. Zehirlenme yapan metil civa. Aşıda kullanılan etil civa. Kimyasal formülleri ayrı. Bazı yerlerde çıktı, “Boğaz’dan yediğiniz balıkta daha çok vardır o madde” diye.
Domuz gribi eski bir hastalık mı?

Domuz gribi adının yanlış olduğunu düşünenlerden biriyim. “Acaba domuzdan mı geçti?” gibi bir takım spekülasyonlara yol açıyor. Hastalık domuzla ilgili değil. İnsanlarda, kanatlılarda ve domuzlarda bulunan üç farklı grip etkeni olan influenza virüsünün harmanlanmasıyla oluşmuş bir virüs. 1976 yılındaki salgın sırasında ABD bir aşı yaptı ve aşı yaptığı insanlar da bir sendrom ortaya çıktı. Peki şimdi böyle bir risk var mı? Birincisi bu zamana kadar geçen 30 yıllık süreçte aşı teknolojisi çok gelişti. İkincisi, bu sendrom hakikaten aşıya mı bağlı, yoksa hastalıkla mı ortaya çıkıyor bu konuda soru işaretleri var. Salt aşıya bağlı olduğunu bilimsel olarak destekleyen veri yok.
Aşı hakkında kamuoyunda çok çeşitli spekülasyonlar var...
Aşıların çok süratle hazırlandığı ve dördüncü faz çalışmaları yapılmadığını söyleyerek eleştiriyorlar. Evet dördüncü faz çalışmaları yapılmadı. Grip aşısı üreticilerine dediler ki, “Siz mevsimsel aşı üretiminizi 15 temmuza kadar bitirin, bütün tesislerinizi domuz gribi aşısı için hazırlayın.” 15 temmuzda başlayan bu süreç ağustos sonunda bitti ve hazırlanan aşılara süratle onay verildi. Şu anda yayılan bir salgın var, “Niye hızlı onay verildi?” diyemez kimse. Bir ürün piyasaya çıkar, dört yıl kadar izlenir, o izlem sonucunda, dördüncü faz çalışmaları başlar. Yani bu süreç ürünün piyasaya çıkışından sonraki üç dört yıllık süreci kapsar. Dolayısıyla evet,  dördüncü faz çalışması yapılamazdı zaten. Türkiye fazla ve gereksiz aşı mı aldı? Kanada nüfusu 33 buçuk  milyonmuş 50 milyon küsür aşı aldı. Fransa 94 milyon aşı aldı. İnsanlar nüfuslarının üzerinde aşı alıyorlar, biz bütün nüfusumuza alamadık. Bütün nüfusuna alan ülkeler de var. Ayrıca bu aşının üretim kısıtlaması var. Difteri, boğmaca, tetanos aşıları bitse hemen üretilir, yollanır. Bu aşıyı üretemezler, teknolojisi kısıtlıdır. Dünyadaki  hiçbir sağlık otoritesi böyle bir salgın söz konusuyken, “Ben önce bir bekleyeyim göreyim, ondan sonra aşı  anlaşması yapayım” diye düşünemez. Öyle düşünse bile, o süreçte ölümcül vakalarının sayısı arttığı için aşı  alınamaz. Bu nedenle aşıyla ilgili yapılan yanlış haberler, bilimsel temele oturmayan eleştiri ve haksızlıklar var.  Aşı konusunda asılsız birtakım iddiaların ve halkı aşıdan soğutacak bilgilerin verilmesinin en önemli sakıncası, alınan aşıların elde kalması ihtimali. Sağlık Bakanlığı üç dört yıldır emeklilere ücretsiz grip aşısı uygulaması  başlattı, insanların bu aşıdan yararlanma oranı çok düşük. İnsanlar aşılarla ilgili haberlerden çok etkileniyor. O zaman insanlar aşıdan korkmamalı... Özellikle doktorlara çağrıda bulunmak isterim, sağlık örgütünün sitelerinden baksınlar, hamileler çok yüksek risk oluşturan gruptalar. Hastalarını “Sizi aşılamıyoruz” diye göndermesinler, grip oldukları zaman onlarda hastalık çok ağır seyrediyor.
Bu virüsün özelliği ne?
Çok hızlı yayılan, hafif hastalık yapan bir virüs söz konusu. Ama influenza virüslerinde yapı değiştirme özelliği olduğu için, çok süratle bu virüs ölümcül ve ağır hastalık yapan bir virüse dönüşebilir. Kuş gribi ağır hastalık yapıyordu ama insanlara kolay kolay bulaşmıyordu. Bu virüs ağır hastalık yapmıyor ama çabuk bulaşıyor. Bu  virüsün çabuk bulaşma, kuş gribinin ağır hastalık yapma özelliği biraraya gelirse, bu tehlikeli olur. İnfluenza  virüsleri bu tarz evlilikleri aralarında çok kolay yapıyorlar. Korkulan senaryo da o aslında. Bakanın “3 bin kişi ölecek” gibi açıklamaları, kafadan uydurma, sayısal değerler değil. Matematik modeller var. Bu virüsün yayılma hızı bilinip öyle hesaplanıyor.
Bahar aylarında alınan tedbirler işe yaradı mı?
Başlangıçta şüphelenen her olguda inceleme yapıldı. Pozitif olduğu saptananlar izole edildi. Bu aşamalar virüsün girişini geciktirmek içindi. Şimdi virüs Türkiye’ye girdi ve yayılmaya başladı, bu önlemler gereksiz artık. Artık  dünyada domuz gribi olanlar doktora gitmesinler, tahlil yaptırmasınlar eğilimi var. Bir diğer spekülasyon da  testlerin yetişmediği. Biz artık yavaş yavaş çalışmalarımızı daha ağır, solunum yetmezliğine giren hastalarda ne olup bittiğini araştırmaya yöneltmeliyiz. Herhangi bir öğrenci velisinin, “Çocuğumun boğazı ağrıyor, ateşi var, halsiz” diyerek tahlil yaptırmasına gerek yok. Neden yok? Şu anda bizim laboratuarımıza gelen 1000 tane örnekten, 400 tanesinde grip saptandı. Bunu mevsimsel grip mi domuz gribi mi diye ayırt etmemize gerek yok, çünkü yüzde 99’u domuz gribi çıkıyor. Her ateşi çıkan, boğazı ağrıyan domuz gribi demiyorum ama grip virüsü tesbit edildiği zaman, yeni virüsün etken olduğunu görüyoruz.
Artık mevsimsel grip diye bir şey yok, domuz gribi mi var?
Dünyada artık insanlar evlerine yollanıyor, ateş düşürücüler veriliyor ve dinlenmeleri tavsiye ediliyor. New York’ta, Paris’te artık kimse doktora gidip muayene olmuyor, evine gidip dinleniyor. Kimse kondurmak istemiyor, adı çok ürkütüyor ama etrafımızda bu tip olgular varsa, bunlar gerçekten domuz gribi. Mevsimsel  gribe de, domuz gribine de yakalanmış olsanız tedavisi aynı. Her burnu akan, boğazı ağrıyan öğrenciye de test  yapmanın anlamı yok artık; hem tedavide bir farklılık olmadığı için, hem bu bir salgın olduğu için. Dediklerinizden çok endişeye mahal olmadığı sonucu çıkıyor...
Ağır hastalık yapmadığını bildiğimiz için şu an yok. Ama bu virüsler çok sık yapı değiştirme özelliği taşıdığı için, korkulan kronik bir hastalığı olan insanlarda hastaneye yatışı gerektirecek kadar ağır hastalık tabloları oluşacak mı? Sağlık Bakanlığı izlenen stratejilerde değişiklik yapıyor zaman zaman. Aşı eğer gündeme gelirse bir gün, kimler aşıya alınsın diye bir strateji belirlenmişti, en başa yaşlılar konmuştu. Geçen zamanda görüldü ki, bu virüs ilginç bir şekilde 50 yaş üstü insanlarda hastalık yapmıyor. Risk grubu şağıya çekildi, öngörmediğimiz başka bir grubu, gebeleri ön plana aldık.
Kendini hasta hissedenler ne yapsın?
Dünya ne yapıyor diye bakalım. Fransa önce okulları kapatmaya başladı. Açık okul kalmadı nerdeyse, “Böyle olmaz” dediler. Ebeveynlere “Çocuklarınız hastaysa evde tutun” çağrısı yapmaya başladılar. Yolun bu yol olması lazım. İnsanların da şu anda domuz gribi olma ihtimalinin yüksek olduğunu düşünüp, kendilerini hasta hissettikleri zaman sorumlu vatandaşlık göstererek evlerine gitmesi lazım. İşlerine, okullarına gitmemeleri lazım. Bu şekilde virüsün mümkün mertebe yayılmasını erteleyebilirler. Türkiye’de antiviralleri herkes kullanıyor.  Fransa hastanelere depoladı, eczanelerden çekti. İnsanların bu hastalığa başka hastalıklara yaklaştığı gibi yaklaşmaması lazım. Şu andaki polikliniklere bir de yüzlerce hasta eklenirse, perişan olur insanlar. Donanımın  arttırılması lazım. Belki bu virüs hiç patojen olmadan da ortadan çekilebilir.
Neden domuz gribinden bu kadar korkmamız gerektiğini söylüyorlar?
İlk kez böyle karma bir virüs ortaya çıktı. En kötü senaryoya bakarak önlem alınması gerekiyor. Kimseyi  korkutmak için yapılmıyor. Nasıl değişeceği, insanların ona nasıl bir reaksiyon vereceğini bilmiyoruz. Yoksa şu  andaki haliyle çok ağır enfeksiyon tablosu seyretmiyor. Soğan yiyin, kilolarca sarımsak yiyin diyenler var.  Bunlar abartılı şeyler. Dengeli beslenme bu hastalıkta da önemli. Öğününüzü geçiştirmeyeceksiniz, her gün  meyve bulunduracaksınız beslenmenizde. Hücrelerimizin dengeli gıdaya, minerale ihtiyacı var. Bol sıvı tüketilmeli toksinlerin atılması için. Grip olan bir insan çıkıp sokakta gezmemeli, evde oturup temizlik yapmamalı. Dinlenmeli uzanıp dinlenmeli. Antiviraller asla olur olmaz kullanılmasın. Sağlıklı bireylerin antiviral kullanması bu ilaçlara karşı direnç geliştiriyor. Elimizde iki antiviral var zaten, bu ilaçlara direnç gelişirse  kullanılacak başka ilaç yok.
Türkiye’de resmî olarak bu testi yapan iki laboratuar var. Bu laboratuarlar yetiyor mu?
Özel hastaneler bu işe soyundular. Burada bir sorun var, bir salgın söz konusu. Özel hastanelerde saptanan vakalar istatistiklere girmiyor. Bunlar öyle bir rant haline dönüştürdüler ki bu işi, orada burnu akan ya da  yanındaki arkadaşı hasta olan insanlar hiçbir şikâyeti olmadan, merak için test yaptırıyor. Biz bu testleri ücretsiz yapıyoruz. Bu iki merkez laboratuarın kapasitesini aştığı imajı insanları özel sektöre kanalize ediyor. Bir ülkedeki salgın böyle takip edilemez. Üç haftadan beri İstanbul’da bir özel kuruluş domuz gribi aşısı yaptığını  ilan etti. Yaptıkları mevsimsel grip aşısı. Hızlı test diye bir test türü var. Hamilelik testleri gibi. Bu testlerle grip virüsünü saptamak mümkün ama bu testler genel anlamda mevsimsel grip için üretilmiş. Domuz gribi için  etkinliği bilinmiyor. Biz de Türkiye’de olan dört markayı denedik. Duyarlılığı yüzde 17. Yani 100 gerçek  domuz gribi olgusundan 83 tanesini, “Sizde bir şey yok” diye geri gönderiyorlar. Bugün özel laboratuarlarda bu testler de kullanılıyor. Özel sektöre ısrarla söylüyorum, şundan da bir rant kazanmak isteğinin hangi vicdana sığdığını bilmiyorum. Böyle bir salgının üstesinden gelinmez. Madem bu konuda istekliler, ücretsiz yapsınlar İnsanların kendilerini korumaları için öpüşmemesi, sarılmaması gibi önlemler sıralandı.
Nasıl dezenfektanlar kullanılmalı?
Dışardan geldiniz ya da öğretmensiniz, bütün gün çocuklarla ilgileniyorsunuz ya da tramvaya bindiniz. En iyi  temizleme şekli su ve sabundur. Su ve sabunun olduğu yerde bu ikisi yeter. Elinizi yıkadıktan sonra jel sürmenize gerek yoktur. Ama su ve sabunun olmadığı yerlerde jelleri kullanabilirsiniz. Hiçbir olanağınız olmadığı zamanlarda ellerinizi suratınıza götürmeyin. Ev temizliği için çamaşır suyunun yüzde onunu suda  seyrelterek kullanmak etkili bir yöntem. Kolonya da etkili ama çabuk uçtuğu için su olmayan ortamlarda jel  kalıcılığı için tercih edilebilir.