25 Ekim 2010

Banu Güven: Saatleri Biraz Kaymış Yaşıyorum...

Dokuz yıldır NTV  gece kuşağı  haberlerini  hazırlayıp sunan  Banu Güven geçen yıl  gazetecilikte 20. yılını  doldurmuş  “Öğrenciliğimden  beri Türkiye’nin sorunları değişmedi” diyen  Güven’e göre,  milliyetçilerin  daha fazla  Ağabeyimle  futbol oynardık. Fena boks  yapmazdım,  güreşmek zorunda da kaldım çok  Gece çalışmanın dezavantajı konserleri kaçırmak. Ben de kaçırdığım konserlere gelenleri konuk olarak alıyorum stüdyoya...


Boğazda yüzme öğrenmişsiniz...
Yazları Anadolu Hisarı’nda olurduk. Köprülü Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı’nın Divanhanesi’nin çevresinde büyüdüm, ama akıntılı boğazın sularını hemen atlamadık. Bir kayıkhane vardı, önce orada kurbağalama  yüzmeyi deneyip, sonra akıntıya çıktık. Dört kuzendik. Kuzenim Mehveş Evin’le deniz yatağında keyif projemiz ise, felaketle sonuçlanıyordu az kalsın. Elimiz merdivenden kurtulunca akıntıya kapıldık, büyük kuzenim bizi kurtardı. Boğaz benim için hakikaten çok önemlidir. Hayatımın merkezinde durduğunu  söyleyebilirim. Ne zaman sıkılsam, huzur arasam, keyifli olsam, hep Boğaz’da bir yerlere atmak isterim kendimi. Boğazdan geçen şileplerin makina dairelerinden gelen sesi duyduğumda aklıma çocukluğum gelir. O sesle uykuya dalardım bazen.
Geniş bir aile ortamında keyifli bir çocukluk mu geçirdiniz?
Yazları güzel aile buluşmalarıyla geçen günler çok erken bitti. Babamızı çok küçük yaşta kaybettik. Aile olarak gerçekten çok sarsıldık. Annemle çok yakındık. İlişkimiz biraz arkadaş ilişkisi gibiydi de. Annem o dönemde Osmanlı mezartaşlarıyla ilgili bir doktora hazırlıyordu. Ben onunla dolaşmayı çok severdim. Beraber İstanbul’da, Bursa’da, eski mezarlıklarda çok dolaşmışızdır. Fotoğraf nasıl çekilir, onu öğrendim. Onun fotoğraf çekmesi için hazırlıklarına yardımcı olurdum. Mezartaşlarının kitabelerini, süslemelerini fotoğraflarda  daha iyi görünsün diye tebeşirle boyardım. Talik nedir, Küfî yazı nedir, hangisi lotus, hangisi palmet, kavuklu mezartaşları hangi dönemde başlar, 14. ve 15. yy. mezartaşları nasıldır? Hepsini öğrenmiştim. Vefa’daki Atıf Efendi Kütüphanesi’nde seminerler olurdu, oraya giderdik. Tasavvuf müziğiyle, Karagöz Hacivat’la orada tanıştım. Ağabeyimle futbol oynardık. Bir kere beni mahalle takımının kalecisi yapacağım diye kandırmıştı. Fena boks yapmazdım, güreşmek zorunda da kaldım çok. Orta ve liseyi İstanbul Erkek Lisesi’nde okudum.  İlk gördüğüm zaman Düyun-u Umumiye binasını, çok şaşırmıştım, çok büyük gelmişti, ama sevmiştim. İstanbul Erkek Lisesi’ne girdiğim yıl 1980’dir. Sonra darbe oldu. Okula gitmemiştim haliyle. Futbol oynayalım  demiştik, jandarma gelip bizi, küçücük çocukları, dağıtmıştı “toplantı yasağı var, sokağa çıkma yasağı var”  diyerek. İlkokuldayken de erken yatan bir çocuk değildim, ta o zamandan Can Akbel’in Güne Bakışı’nı  hatırlıyorum, severdim onu. Gece son bülteniydi TRT’nin. Tesadüfe bak!
Yazılı basını takip ediyor muydunuz?
Bir aralar Abdi İpekçi döneminde evimize Milliyet Gazetesi girerdi. Darbe döneminde Cumhuriyet gazetesi okuduğumuzu hatırlıyorum. Başka gazetelerde yer almayan birçok haber ve eleştiriyi o dönemin Cumhuriyet gazetesinde okurduk. Benim okulum Cumhuriyet Gazetesi’nin tam karşısındaydı. Teneffüslerde arada bir gidip parmaklılar ardından okuduğum yazarlar gelip gidiyor mu diye bakardım bazen. Ortaokul teşekkür ve takdir  belgeleriyle geçti. Lise I’de hayatım biraz daha çeşitlendi ve ilk dönem altı tane kırık getirdim. Bütünlemeyle o yıl tanıştım. Fena bir öğrenci değildim yine de. Lisedeyken Uluslararası İlişkiler okumak gibi bir fikir kafamda netleşmeye başlamıştı. Çocukken balerin olmak istiyordum ama. Teyzem o zaman Moskova’da burslu piyano eğitimi alıyordu. Anneme çok bağlı bir çocuk olmama rağmen, balerin olmak için onun yanına gitme hayalleri kurmuştum. Aile içinde sanatçı çok. Ama ben başka bir alanda buldum kendimi.
Gitar çalmıyor musunuz?
Tam bir amatörüm. Öğrendiğim sözcükleri cümle içinde kullanmaya çalışıyorum diyebilirim.
İçinizde ukde kaldı mı?
Kalmadı, çünkü zaten müzikle içiçeyim. Başka bir alana yönelmem müzikle bağımı koparmadı. Beni hayatta en mutlu eden şeylerden biri müzik. Ve istersem bugün de daha sistematik bir şekilde uğraşabilirim.
Neleri dinliyorsunuz peki?
İlk klasik müzikle tanıştım. Ondan sonra Led Zeppelin, Beatles, Bob Dylan... Seksenlerde ortaokul lisede okuyor olmamıza rağmen arkadaşlarla o dönemde çok meşhur olan gruplarından çok 60’lar, 70’ler müziklerini dinlerdik. Ruhi Su da dinlerdim, rock da, caz da... İstabul Festivali’ndeki konserler için, geceden termosumuzu alıp AKM önünde bilet kuyruğuna girdiğimiz çok olmuştur. Bilet bulamadığımız, küçük isyanlar çıkarak girdiğimiz konserler de. İyi müziğe kulağım her zaman açıktır.
Gazeteciliğe, uluslararası ilişkiler okumaya nasıl karar verdiniz?
Ben ortaokuldayken annem ikinci bir evlilik yaptı ve biz yine daha büyük bir aile olduk, yeniden bir babamız oldu. Geçenlerde kaybettiğimiz Dündar Babamız’ın bize gösterdiği koca bir dünya vardı. Jeolojiden, arkeolojiye, sualtına ve dağlara tepelere uzanan bir dünya. “Acaba o mu, bu mu?” diye düşünürken daha insanî meseleler beni sardı galiba. Ortadoğu’da olan biteni, memleketin sorunlarını merak ettiğim için, siyaset bilimi, uluslararası ilişkiler okumaya yöneldim. Mehmet Ali Birand’ı seyrederdim. Bu mesleğin benim gözümde daha cazip bir hale gelmesinde onun da rolü olmuştur. “Bizim Almanca” diye bir dergi vardı, Cumhuriyet Gazetesi’nin yan kuruluşu Çağdaş Yayıncılık çıkarırdı. O dergide yer alan makaleler çok güzeldi. Ercan Karakaş da ilgilenirdi dergiyle o dönem. Ben üniversiteyi kazandıktan sonra da “bir taraftan da burada çalışabilirim” diye düşündüm. Çeviri yapmaya başladım. Aradan çok zaman geçmeden önerim üzerine bana bir kapak konusu yapma imkânı verdiler. Türkiye’den yurtdışına izinli izinsiz giden arkeoloik eserlerle ilgili bir kapak konusu hazırladım. O sayı çıkana kadar nasıl heyecan duyduğumu anlatamam. Dergi çıktığında kapağa bakmaktan çekinmiştim önce. Gazeteciliğe başlayalı, o ilk kapağı yapalı 21 yıl oldu.
Öğrenci gençliğin yeniden politikleşmeye başladığı dönemde okumuşsunuz. Sizin olaylara bakışınız neydi?
Dernek ya da parti üyesi değildim, gazetecilik yapmaya başladığımdan, gözlemciydim. O yıllarda da Türkiye’nin bugün hâlå çözemediği meseleler gündemdeydi. Türbanlı öğrencilerle ilgili bir genelgenin iptali  üzerine ilk kez Beyazıt’ta gösteri yapıldı o dönem. Köylülere dışkı yedirilen Yeşilyurt hadisesi o dönem olmuştu. Hala utanç veren olaylardan biridir. Birileri, o dönem Cumhuriyet gazetesi, ısrarla üzerine gitmeseydi,  örtbas edilecek bir şeydi. Mesleğe başladığınızdan bu yana çok şey yaşandı.
İçinde yer aldığınız Tilili  Projesi’ne neden olan Hrant Dink cinayeti gibi...
Dink cinayeti Türkiye’nin tarihinde çok can acıtan bir kırılma noktası. Bu suikastın göz göre yapılması, buna izin verilmiş olması kabul edilemez bir durum. Jandarma astsubayının itirafları gerçeğin ortaya çıkması için önemli bir adım oldu. İfadelerini değiştirebilecekleri, gerçeği söyleyebilecekleri bir ortam doğdu demek ki. Bu bir taraftan sevindirici, ama isyan duygusunu dindirmiyor. 1980’lerden bugüne aslında Türkiye’de düşünce özgürlüğünün önündeki engellere rağmen eskisine göre daha açık tartışılabilen mecralar oluştu. Ama fikirlerini söyleyen insanların can güvenliğinin sağlanmadığını gördük. Birtakım aşırılıklar resmen beslendi ve kollandı  yıllar içinde. Her ülkede ırkçılar, aşırı milliyetçiler vardır da bunlara bir hukuk devleti nasıl yaklaşır, toplum içinde nasıl ağırlıkları vardır? Bunlar önemli sorular. Türkiye bu açıdan çok iç karartıcı bir noktada. Mahalle baskısından söz edildi ya, o mahalle baskısı bu yönden daha fazla hissediliyor bence. Bu daha çok milliyetçi bir baskı.
Gündem hızla değişiyor, çok önemli olan ve daha çok konuşulmasını istediğiniz bir konunun arada kaynayıp gittiği hissini yaşıyor musunuz?
Tabii ki. Gündemin gerekleri bir şekilde yerine getiriliyor ve bunların hepsi haber olarak bir alan kaplıyor. Bu noktada bülten hazırlayıp sunan bir haberci olarak önemli diğer konuların, mesela parti kapatma davası tartışmaları sürerken, Sosyal Güvenlik Reformu ile ilgili tartışmaların gölgede kalmamasını sağlamaya çalışıyorum. Ben şundan yanayım, gündemimiz mesela yurtdışından bir ziyaret, Başbakan ya da hükümetin herhangi bir temsilcisi bir yerde, niye biz gazeteciler çözülmemiş meselelerle ilgili sorular soramayalım? Neden sadece o günün konusuna ilişkin sorular sormak zorunda kalalım? Bu gazetecilik pratiğini biraz hatırlamak  gerekiyor. Geçen 1 Mayıs’ta olan bitenle ilgili Vali Muammer Güler’e herhangi bir basın toplantısında, “Ne oldu” diye sorulmuyor.
Politikacılarda “bugün konumuz bu” tavrı var, gazeteciler de buna ayak uyduruyor...
Evet, çoğunlukla böyle oluyor. Ankara’da hükümete gelen herkes de öyle olsun istiyor. Daha önceki dönemden insan haklarından sorumlu bakanımız benim yayınıma çıkmıştı. İçerik almaya çalışıyorum ama zamanı iyi kullanamadı. Zaman doldu, toplamamız gerektiğini söyledim, bana insan haklarını çiğnediğimi söyledi. “Niye bunu soruyorsunuz?” diyorlar. Ben gazeteciyim sorarım.
Haber gündemini başka şekilde belirleyen kanallar var. Onların bugün gündemi Paris Hilton. Şunu düşünmüyor musunuz, “biri daha belirleyici olacak ve o keşke ben olsam...”
Keşke ben belirleyici olsam diye bir cümle kuramam. Ama şunu arzu ediyorum zaman zaman, kestirmeden bir takım görüşleri, cansiperane savunanların, biraz çeşitliliğe açık olmalarını arzu ediyorum. Başka perspektiflerden bakanların neler dediğini okumak, anlamaya çalışmak, en azından kim neye nasıl yaklaşıyor, daha iyi anlamaya yardımcı olur. Belki daha çok kızarsın, belki kafanda soru işareti olur. Televizyonda haber kanallarına çok farklı kesimlerden de ilgi oluyor. Dokuzuncu yılında program, bu dokuz yıl içinde gelen tepkiler, bana her kesimden izleyicim olduğunu gösterdi.
Dokuz yıldır aynı işi yapmak zor olmuyor mu?
Bazen rutin yoruyor tabii. Sonra bir şey oluyor ve yeniden diriliyorum. Yayınla ilgili aldığım bir tepki, bana şevk veriyor, silkinip daha keyifle devam etmeme yardımcı oluyor.
Yeni bir şey bulmalıyım kaygısı yaşamıyor musunuz?
Yenilikler dikkat çeker tabii ama ben çok şekil peşinde koşan biri değilim. Ben bu yıl oturarak açıyordum  programı, gelecek yıl yürüyerek açayım diye düşünmüyorum. Elimdeki süre içinde bütün bir günü en iyi şekilde toplayıp aktarabileceğim format nedir? Bu soruyu soruyorum. İçerik olarak faydalı bir tarafı olacaksa yeni bir  bölüm açılabilir. Gündem de gerektiriyor bazen böyle şeyleri.
Radikal Cumartesi ekinde yazarlığa da başladınız, başka proje var mı?
Proje insanı değilim hiç. Önümüzdeki beş yılı nasıl planlasam diyemiyorum. O güne dair yapmış olduğum tercihlerimin, zaten yakın geleceği de belirleyici olduğunu düşünüyorum. Daha kısa vadeli oluyor planlarım yani. Hayatta plan yapmak gerekir düşüncesiyle değil, birşeylere ihtiyaç duyduğumda harekete geçiyorum. Yazmak çok hoşuma gitti. Eskiden de yazıyordum ama, izlenim ya da haber yazıyordum. Bu deneyim farklı. Yazarken iyi vakit geçiriyorum, güzel tepkiler de geliyor. Ne ala...
Çok sakin görünüyorsunuz...
Arkadaşlarım bu sorunuzu okursa gülecektir. Panik olmam pek, ama yerinde rahat durabilen biri de değilimdir. Zaman zaman epey manik olduğumu söyleyebilirim. Çok yapmam gereken iş varsa, kafam fazla hızlı çalışır. O zaman kendime dışardan bakıyorum ve “yavaş, Banu” diyorum. Son iki günüm öyle geçti. Ben istedim ki  kafam dursun ve ben uyuyabileyim. Uzun saatler bir yerlerde koşturabilirim. Sevdiğim bir şey varsa, yorgunluk nedir bilmem. Agresif değilimdir. İş yaparken ciddiyimdir ama. Bir gün ajans tararken kapının açılıp  kapandığını gördüm, çıktım baktım, bir yöneticimiz uzaklaşıyor. “Ne oldu?” dedim, “ekrana o kadar ciddi bakıyordun ki bölmekten çekindim doğrusu” dedi. Beni sokakta da çevirip “ya biraz gülsene” diyenler oldu. Ama ben gerektiği zaman gülerim. Kusura bakmayın. Hep onu söylüyorum. “Biraz da sevimli olayım, insanların biraz içi rahatlasın, gülen bir yüz görsünler” diye yapmıyorum bu işi. Haberi iyi anlasınlar, diye yapıyorum.  Onun da gayreti beni ciddileştiriyor belki. Ama gece 12’den sonraki bölümde kahkaha bile atıyorum.
Belki de bu gazetecilikten geldiğiniz, ekran yüzü olarak başlamadığınız için yaşanıyor bir durum?
Hiç haber kanalında bülten yapacağımı düşünmezdim. Hatta televizyon haberciliğine geçmeyi de bir süre tarttım kafamda. Sonra baktım NTV’de güzel bir aile oluşmuş. Ben kendimi burada iyi hissedebilirim, diye  düşündüm, öyle de oldu. Şimdi bakıyorum, haber kanalların çeşitlenmesiyle gazetecilik yapmak isteyenler  kendilerini hep bir ekran yüzü olarak da görmeyi düşünüyorlar peşinen. Bu olabilir ama hemen olmamalı bence. “Ne olmak istiyorsun?” sorusuna verilecek cevap, önce gazeteci olmak. Muhakkak mutfaktan geçmek, sahaya çıkmak gerekiyor.
Gece yarısı yayın yapmanın zorlukları neler?
Gece yayın yapmanın şöyle bir dezavantajı olabiliyor, çok istediğim buluşmalara, sergilerin açılışına gidemiyorum. Konserleri kaçırıyorum. Ben de o konserlere gelenleri alıyorum stüdyoya. Çok sevdiğim bir müzisyen geldiği zaman, konser çalışmadığım bir gece olsun diye dua ediyorum. Hafta sonu akşamları çok değerli oluyor. Hafta içi insanlar bir araya gelip iki kadeh bir şey içip dağılabiliyor. Ben bunu haftasonu yapabiliyorum. Ama Allahtan gece yaşayan arkadaşlarım var da, onlarla iş çıkışı buluşup o geceyi daha  uzatabiliyoruz. Benim iş çıkışım epey geç oluyor, ama sizlerin yedi buçuk sekizine tekabül ediyor. Hayatı biraz kaymış yaşıyorum ben. İnternete girdiğiniz zaman karşımıza Banu Güven hayran siteleri çıkıyor.
Yorumların çoğunda şu ortak görüş var, karizmatik, başarılı, güzel...
Hayatta aklıma gelmezdi...Ne güzel. Ama eleştirenler de var tabii. Ben de “oh ne güzel, mükemmelim” diye dolaşmıyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder