23 Ekim 2010

Azer Bülbül: Müslüm Dede Oldu Artık Baba Benim

Ahmet Altan’ın “Azer Bülbül’e ne oldu?” sorusuyla başlayan Azer Bülbül’ü arama macerası, tam iki ay sürdü. İki ay içinde çalmadığımız kapı kalmadı. Bir süre sonra hayatımın rutini haline gelen Azer Bülbül arayışında zaman zaman umutsuzluğa düşmedim desem yalan olur. İstanbul Plakçılar Çarşısı’nda bulamadık, “Onu Ankara’da görmüşler” haberiyle umudu Ankara’ya bağladık. Ankara’ya vardığımızda oradan ayrılalı niceydi, Konya’da görülmüştü en son. Konya’da çalıştığı gazinoya ulaştığımızda, ‘daha üç gün evveline kadar orada sahne alan Azer Bülbül şimdi yurtdışındaydı’. İnsan bir şeye ulaşamayınca bir yerden sonra kendiliğinden “platonik” bir sarma yaşar ya, bana da tam bundan oldu. Umutsuzca bilmem kaçıncı kez aradığım Bülbül’ün telefonumu açmasına duyduğum şaşkınlık bu yüzden. Bülbül meğer yeni albüm hazırlığı için “nihayet” İstanbul’a geri dönmüş. Sevenleri üzülmesin Anadolu’yu fersah fersah geziyor, arayanlar şaşırmasın telefonlarına bakmıyor... Bu arayışta en az benim kadar yorulanlar var, onlara teşekkürler sonsuz...

Sizi çok uzun zaman Ankara’da Konya’da aradık, nerelerdeydiniz?
Almanya’da kardeşim evleniyordu, onun düğününe gittim, oradan da Sevgililer Günü konserimiz vardı  Hannover’e ona geçtim. Şimdi tekrar ayın 3’ünde büyük bir konserimiz olacak Amsterdam’da. Oğuz Yılmaz, Popstar Mehtap, Uğur Karakaş ardeşimizle oradayız. Oradan gelince de en son albüme gireceğim işte...
En son albüm 2007 yılında yayınlandı değil mi?
Evet, Zoruna Mı Gitti. İnşallah döndükten sonra Nisan’ın 15’inde yeni albüm için stüdyoya girip onu çıkaracağız...
Müzik hayatına nasıl başladınız?
Ooo, çok küçük yaşlarda başladım ben. Kars Arpaçaylıyım. 13-14 yaşlarında okulda türkü söylemeye başladım. Ondan sonra Almanya’ya gittim. Babamlar orada yaşıyordu. Müzik hayatımız Almanya’da devam  etti. İşte orada bir düğünde şarkı söylerken Yıldız Tezcan ve ekibi de oradaydı. Beni gördü, derhal gruba dahil etti. Turneye çıktık. İşte benim adım aslında Subutay Keskin, Yıldız Tezcan Azer Bülbül adını verdiler bana.
Nereden çıktı peki Azer Bülbül?
Almanya’da Anadolu Gazinosu vardı. Asım Bey diye de bir patronumuz vardı. Onun orada konuldu bu isim. Öyle başladık... Hadi Bülbül’ü anladık da, Azer nereden gelmiş aklına? Yıldız Tezcan’ın aklına geldi, orada  yazdı, nedenini bilmiyorum. Ben o zaman türkü söylediğim için herhalde. Öylece kaldı o isim. İlk gördüğü anda “Seni gruba dahil ediyorum” dedi. Hemen adımın yanına Azer Bülbül yazdı, fotoğrafımı aldı, o isimde kaldı  gitti. “Niye Azer?” diye sormadım. O zaman utangaçtım, çekingendim. Bir de yeni başlıyorduk, sorgulamadım, öyle oldu.
Nasıl Türkiye’ye geldiniz?
Sonra geldim işte, Türkiye’ye Uzelli Plak için altı yedi tane plak yaptım. Oradan 1994’te Barış Müzik’e geçtim. Burada Kurşun Yedim Sol Yanımdan diye bir parça söyledim, onunla birlikte Azer Bülbül oldu. Kendiliğinden oluverdi.
20 senedir bu piyasasındanız. İnişleri çıkışları çok bu piyasaya nasıl dayanıyorsunuz?
99’da askere gittim, iki sene askerlik yaptım. Askerlikten sonra biraz iniş yaptım gibi göründü ama tekrar toparladım. Allaha şükür. Şimdi iyiyim. Her sene bir şarkı patlamak zorundasın, kaset tutmadı mı, şarkı  satmadı mı biraz iniş yaptın gibi görünüyor. Tabii bizim kendimizi tanıtmaya ihtiyacımız yok, zaten tanınmışız. Bir şarkıya bakan bir olay yani.
En son baktığımızda sizin için yapılmış bir site ilgisizlikten kapanmıştı?
Bilmiyorum ki. Ben kurmadığım için hiç bakmıyorum o sitelere. Dinleyici aralarında birbirlerine yazıp  gönderiyorlar ben hiç bakmıyorum.
Ortada görünmediğiniz zaman şöhretinizi kaybetmekten korkumuyor musunuz?
Ben çok sevmiyorum göz önünde olmayı.
Neden?
Daha iyi böyle, daha rahat yaşıyorum hayatımı. Çok önde olsam bir sürü şey gelecek başıma, yakınlarıma. Ben böyle daha mutluyum.
Sizi göremeyen hayranlarınızdan tepki almıyor musunuz?
Ben onlara konserlerle programlarla ulaşıyorum sürekli. Sürekli Anadolu’yu geziyorum, onların bulunduğu  şehirlere gidiyorum. Oralarda programlar yapıyorum. Halkın içindeyim hiç kopmuyorum onlardan. 80’li yıllarda Türkiye’de arabesk de, halk müziği de çok daha başka bir yerdeydi Şimdi kulvarı kaydı, fantezi müzik olarak anılıyor. İsmi değişiyor gibi oldu ama bizim türümüz aynı. Şu an piyasa çok kötü. İnternetten indiriyorlar şarkıları. Ama biz dinleyicilerimize ulaşmak açısından her sene ya da iki senede bir albüm yapmak zorundayız. Allaha şükür 100-150 elli bin satıyoruz, pek o kadar da iyi değil ama hiç satmayanlar da var. İnternetten şarkı  indirmek Türkiye’de tam oturmadı, Avrupa’da her indirilen şarkı için 2 avro ödüyorlar. Türkiye’de ne zaman oturacak bilmiyorum. Onun dışında bir fark yok burasıyla orası arasında. Buradaki hayranlarım biraz daha  kendilerini kesiyorlar mesiyorlar ama orada öyle bir şey yok, onlar aşmış biraz bazı şeyleri, biraz daha  bilinçliler tabii.
Müslüm Gürses’in dinleyici kitlesi ve müzik tarzı size benzerken, son yıllarda bambaşka işlerle karşımıza çıkmaya başladı, bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Pop, batı okumaya başladı. Şimdi sosyetenin Müslüm dedesi oldu. Ben başarılı buluyorum valla. Demek ki  herkes her şeyi söyleyebilir. Ama ben türümü değiştirmeyi düşünmüyorum. Biz sevda ulaşılmazlığını  anlatıyoruz.  Bizim türümüzde Türkiye’de bizim gibi yaşayanlar, sevenler, ulaşamayanlar, varoşlar var. Zengin fakir olduğu müddetçe sevda ulaşılmazlığı var. Müslüm dede oldu, bana artık baba derler. O dedemiz artık. 
Hayatınızı şarkılarınızdaki gibi yaşıyorsanız, bu iniş çıkışlarla yaşamak zor olmuyor mu?
Valla biz sürdürüyoruz Allaha şükür. Mecbur sürdüreceğiz, başka iş yapmıyoruz, bizim işimiz sanat. İşimiz bu  bizim. Müzikten ayrı kalmıyorum elimden geldiği kadar. İstanbul’daki sanatçı arkadaşlarımın birkaç tanesiyle sürekli görüşüyorum. İbrahim Erkal, Metin Şentürk samimi dostlarım. Bu internet hepimizi biraz küstürdü. Eskiden 1 milyon satıyorduk, şimdi 100 bin satıyoruz. İnsan üzülmez mi? Emeğimizin karşılığını alamıyoruz ama sahneye ağırlık veriyoruz, programlara çıkıyoruz artık.
İlk çıktığınız zaman nasıl tanındınız?
İlk çıktığımda Kurşun Yedim Sol Yanımdan şarkısı patladı. Kaset 1 milyon 400 bin sattı. O zaman çok büyük bir rakamdı. Benim mesela Zordayım kasetim 1 milyon 800 sattığı zaman İbrahim Tatlıses’in Ah Keşkem  kaseti 300 bin satmıştı. Ondan sonra kendiliğinden oluştu bütün kareler. Bir anda oldu.
Ankara’da, Konya’da daha küçük yerlerde sahne almak bu şöhretten sonra sizi üzmüyor mu?
Ben her yere gidiyorum, herkese ulaşmak için. Sadece İstanbul’da yaşayan insanlara değil. Ben de herkes gibi insanım. Bir sesimiz güzel diye insanlara starlık yapmak çok da iyi bir davranış biçimi değil. Ben hiç de koskoca değilim, Allah koskocadır. Hiçbir zaman dinleyicilerime star gibi davranmadım. İnsan sevenlerinden korkar mı? Bu meslek nankör bir meslek. Sen bırakmadığın anda bakıyorsunuz o seni bırakmış.
Sizin bir imajınız var mı?
Baba diyorlar daha ne desinler. Normal hayatımda hiç kot falan giyemem. Zaten yakışmıyor diyorlar. Spor da  yapmıyorum, sahne benim sporum. Evde eşofman giyiyorum bazen. Zaman bulursam saunaya gidiyorum o  zaman giyiyorum bir de. Azer Bülbül böyle oluştu, öylede devam ediyor. İnsanlar da görse yadırgar zaten.
Şimdi ne yapıyorsunuz?
Albüm hazırlıkları sürüyor. Yıldız Tilbe’nin de Barış Müzik’ten albümü çıkacak, onun için sekiz şarkı  hazırlamış. Ondan bir şarkı alacağım, bir şarkıda da beraber düet yapacağız. Bir dizi çalışmamız vardı, altı bölüm çektik, daha yedi bölüm çekilecek. Albüm nisan-mayıs gibi çıkmış olacak. 
Arada uyuşturucu tedavisi gördünüz değil mi?
Tabii, üç sene tedavi gördüm. Allaha şükür o işler bitti. Bir yerlere geldiğiniz zaman etrafınızda olumsuz kişiler oluşuyor. Avrupa’ya gidiyorsunuz, orada bir takım arkadaşlar falan. Bir ara uyuşturucu kullanma durumumuz olmuştu. Zaten yakalanmıştım, biliyorsunuz. Sonra tedaviye gittim, üç sene tedavi gördüm yurtdışında. Bu da bu işin bir parçası olması gerekiyor zannediyorum. Ama arkadaşlarıma, gençlerime tavsiye etmem. Allah düşmanımı düşürmesin. Tükenmişlik, bunalım, hayatın bölümlerinden birisi işte. O kadar insanın içinden  geliyorsun odanda tek başınasın, bu bir yalnızlık değil mi sizce?
Sahnede titreme neden oluyor?
Tamamen duygu yoğunluğu. Ben bile ne yaptığımı bilmiyorum. Çekiyorlar kameraya, izleyince ben bile şaşırıyorum. Valla ben şarkı söylerken kendimi unutuyorum inanın yani. Çünkü kendimi yaşıyorum o sözlerde  Biraz da hisleniyoruz herhalde. Konserlerim 1-1.5 saat sürüyor. Zaten bir saatte kendimi bitiriyorum ben. Hep peş peşe şarkı söylüyorum. Bir ilk çıktığımda “Hoş geldiniz” derim, ondan sonra hiç konuşmam. Konuşmayı  pek sevmem. Şarkı kalmayınca iniyorum sahneden. En başından böyle başladım, böyle gidiyorum, kimseyi taklit etmedim ama beni taklit edenler var herhalde...
Boşandınız mı bu arada?
Boşandım, o iş bitti. 10 aydır bekarım. 12 senedir boşanamıyordum. Seneler önce babamların isteği üzerine bir evlilik yapmıştım.
Karınız için “Ayakları kokuyordu” dediğiniz doğru mu?
Yok ya olur mu, insan hiç öyle söyler mi? Öyle birşey yok. Zaten üç gün birlikte yaşadık. Evlendikten üç gün sonra ben çıktım gittim, sonra geri dönmedim. Ailemin isteğiyle evlendim tamamen. Evi terkedince aileden tepki oldu ama dönmedik bir daha, bir kere çıkmış gitmişim. Muhalefet edemedim evlenmeye çünkü ekonomik özgürlüğüm yoktu. O zaman yaşım 19’du. Evlenince o düzeni gördüm, akşam kaçta geliyorsun, kaçta gidiyorsun falan derken sıkıldım. Artık ailem de beni kabul etti. Babam bile “Azer Bey naber” diyor. 18 sene Subutay’dım, 20 senedir Azer’im. Azer daha çok yaşadı Subutay’dan. Hâlâ konserlerinizde kendilerini  kesenler var mı? Hâlâ yapıyorlar. Ben geçen gittim Konya’ya gene kesti kendini çocuk. Üzüldüm ama ne yapacaksın? Yapıyorlar işte. Ben sahneden görüyorum onları. Şarkı söylerken gözümü açıyorum bakıyorum ki ortalık kan olmuş. Allahım... İyi ama çok kötü oluyorum, ben zaten kan görmeye dayanamam. Kan tutar beni. Söylüyorum “Yapmayın etmeyin” diye ama onlar babalarını dinlemiyorlar ki, beni mi dinleyecekler?
Onlardan biriyle konuşma fırsatınız oldu mu?
Konuştum. “Kendimden geçiyorum abi seni görünce” diyor. Sokakta görüyor, selam veriyor ama konser anında gördüğü zaman psikolojisi ayrı. Onu anlayamadım ben. Bir de beni görünce mi artık, bilmiyorum. Onlar hastaneye falan gitmiyorlar. Kendi kendilerine kapanıyor yaraları. Jiletle kesiyorlar ama çok ince kesiyorlar,   yöntemini biliyorlar. Adana konserinde bıçakla kendini kesen oldu. Fırladı sahneye çıktı sahneye.
Bir Müslüm Gürses, konserleri böyle bir sizinkiler...
Böyle anılmaktan çok rahatsız oluyorum ama engel olamıyorum. Sahneden inip elinden jileti mi alacağım? Ona zaten engel olamazsın, jileti kimin elinden alabilirsin ki? Tak, tak, tak atıyorlar kendilerine. Bir de dillerinde saklıyorlar, aramalarda bulunmuyor. Üst araması yapılıyor ama dillerinde sakladıkları için bulunamıyor.
Ama sizin şarkılarınızın üzgün insanı biraz daha üzmesi kaçınılmaz. Mesela Dardayım.
O zaman ben çok dardaydım. Ben kendi üzerime yazarım tüm şarkıları ama bütün insanlar arasında benim gibi  yaşayanlar var demek ki bir duygu paylaşımı oluyor. O andaki psikolojim neyse onu yazıyorum, onu söylüyorum. Benimle aynı durumda olan insanlar da var. Tutan şarkıların çoğunu ben yazmışımdır, Kurşun Yedim, Dokunmayın Çok Fenayım, Zordayım, Ben Babayım. Bunlar hep benim hayatımın içinden çıkan şeyler. Zaten yaşanmış olmasa önem taşımaz bence. İnsanlara da gerçek oldukları için bu kadar yakın geliyorlar bence. Herkes darda, demek ki zamanla herkesin dünyasına giriyor. Mahsun Kırmızıgül Güneşi Gördüm filminde benim şarkıdan esinlenmiş. Ben Babayım şarkısının sözlerine bakın: “Üç oğlum var biri dağda, biri asker biri zorda.” Çok güzel bir film ama seyrettim, tebrik ediyorum Mahsun’u. O şarkıyı Hamza Dekeli babamız vardı onunla köyde bir akrabamız vardı, Mahmut Abi, ona bakarak yazmıştık. Bir oğlu asker, bir oğlu dağdaydı, biri de zordaydı, Gerçek yaşanmış bir olaydı. Dekeli mahkemeye vermiş galiba. Ben öyle şeyler yapmam, bir de tebrik edeceğim kendisini.

Ayşegül Devecioğlu: 78'e Klişeler Dışında Bakmalıyız


Ayşegül Devecioğlu Orhan Kemal Edebiyat Ödülü’nü Ağlayan Dağ Susan Nehir romanıyla kazandı. Vesile bu olunca kitaptan konuşmaya gittik. 80 öncesinde Dev-Yol mensubu Devecioğlu’yla o günlere, 12 Eylül karanlığına, öldürülen eşi Behçet Dinlerer’e uzandık. Kemal Yazıoğlu’nun yargılandığı ilk işkence davası sonuçsuz kalsa da o yaşadıklarının izlerini romanlarına döktü  26 yaşında ölen eşi Behçet Dinlerer ise hâlâ anılıyor...

Ferai Tınç 68’i anlattığı bir yazısında “özgeçmişlerimize baktığınızda en az 15 boşluklar görürsünüz” dedi. Sizin  de özgeçmişinizde “ODTÜ’yü bıraktı” yazıyor ve 1986’ya kadar boşluk. Ne oldu bu zaman zarfında?
ODTÜ’de okuduğum yıllar Türkiye’de anti faşist mücadelenin yükseldiği yıllardı. Ben pek çok insan gibi  dönemin siyasi hareketlerinden birinin, Devrimci Yol’un mensubu olarak bu mücadelede yer aldım. Bizim için  okullarımızı bitirmek ve bunu CV’lerimize yazmaktan çok daha büyük hedefler vardı. Okullar, aileler,  tanımlanmış  hayatlar bize dar geliyordu. Hayat anlamını gecekondularda, fabrikalarda, dünyayı değiştirme çabasında buluyordu. 68’ler için boşluklar 12 Mart’ta, 78’liler için 12 Eylül’de başladı. O boşluğun anlamı çok arkadaşımız için cezaevi ve sürgündü. Hayatta olmayanların artık ne özgeçmişleri var ne de özgeçmişlerinde boşluk...
1968’in 40. yılına 1978 kuşağından biri olarak nasıl bir bakıyorsunuz?
Her şeyi sorgulamaya ve bütün egemen ideolojilerle az- çok yüzleşmeye hesaplaşmaya açık bir zamanın ürünü olan bizim kuşağımız, 68 kuşağının teorik önermelerinden çok, hayatın bambaşka bir hale dönüşebileceği,  hedef ve idealleri uğruna hayatı seve seve feda edilebileceği inancını devralmıştı. Bunu, bizi her türlü kötülüğe  karşı koruyan bir muska gibi kalplerimizin üstüne koyup, yola çıktık. Ne bir tane 68 var ne de bir tane  78.Özellikle resmi sosyalizmlere muhalif olan Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi kökenli hareketlerin  mensupları olarak, bize yakıştırılmaya çalışılan dar çerçevenin tamamen dışında, halkı kendi mücadeleleri  sonucunda oluşturacakları kendi örgütlenmelerine çağırıyorduk. İşçi konseyleri, direniş komiteleri bu özgül mücadele deneyiminin ürünleriydi. Sıkça söylendiği gibi pek dans edemedik, boykotlara, mahallelere saldıran faşistlerle mücadele etmek zorundaydık. Evet, biz çoğu kez okula gidebilmek ve hayatta kalabilmek için silahlanmak zorundaydık. Kıyafetlerimize dikkat ediyorduk, halkla hemhal olmak, onlara misafir olmak yerine onların öz evladı olmak istiyorduk. Mutlaka gerçekleşecek bir devrime o denli inanıyorduk ki, hayatımızda her  şeyi bu odaktan kırılıp yansıyordu. Bu zengin zamanda aşk da, arkadaşlık da bambaşka anlamlar kazanmıştı.  Eğer insaflı olduğu kadar da geçerli ve anlamlı bir karşılaştırma ya da değerlendirme yapılmak isteniyorsa,  anılan zaman ve dönemlere bu saydığım berbat klişelerin dışında bakabilmek gerek...
O zaman 20’li yaşların başındasınız. Aileniz ne yapıyordu?
Dönemin koşulları içinde politik ücadelenin öyle bir meşruiyeti vardı ki, ailelerimiz de bu ilişkilerin bir şekilde içindeydi. Bizim evlerimiz illegaldir gelinmez, bizim arkadaşlarımıza isim sorulmaz; bunu bilirlerdi. Bizim  Behçet’le çocuğumuz olduğu için benimle bir dönem kalan ve Ağlayan Dağ Susan Nehir’de Naciye Abla karakterinin esin kaynağı olan Atiye Abla’mız mesela, yalanlar konusunda o zaman da mahirdi. O günlerde; “Atiye Abla çözülürse yandık” diye şakalaşırdık birbirimizle....Zaten bir sermaye hareketi olan 12 Eylül bir avuç genci yok etmek için gelmedi, bu toplumsal yükselişi yok etmek için geldi. Ancak maalesef bugün o  dönemi yaşamış insanlar bile 12 Eylül’ü doğal afet gibi algılamak eğiliminde... 12 Eylülcüler gibi sol da 12 Eylül  öncesinin insani, toplumsal gerçekliğini sadece işkencede ya da çatışmalarda öldürülen, zindanlara atılan  devrimci gençlere indirgiyor, cezaevi romanları biraz bu anlayışın ürünü. Böylece 12 Eylül öncesi, sol tarafından mitleştirilerek tarih dışına çıkarılmakla kalmıyor, kurulan anlatıda toplum da kapı dışarı edildiğinden 12 Eylül’le yüzleşme de engelleniyor. 12 Eylül bütün sesleri yutan sessizlikti Kemal Yazıcıoğlu’na karşı işkence davası  açtık. İki dava açıldı, ikinci davada Yazıcıoğlu’nun adını geçirebildik. Zaman aşımından beraat etti. Süreç  Emniyet Müdürü’nden işkencesine kadar polis tarafından engellendi. Arkadaşlarımın çoğu hapishaneden ifade  vermeye çalışıyordu. Herkes biraz hayat gailesine düşmüştü. Mahkemelerdeki yalnızlıkla kara günleri  hissetmiştim. 
Böyle zor bir dönemde çocuk dünyaya getirmişsiniz. Bir kadın açısından hayat nasıldı ?
Faşizme karşı mücadele koşullarında çocuk büyütmek zordu. Çocuk sahibi olmak, düzenle uzlaşma anlamına geldiğinden, beni siyasi çalışmalardan bir süre de olsa ayıran hamilelik ve doğum sürecini pek de keyifli yaşadığımı söyleyemem. Yarı aç, yarı tok ve illegalite koşullarındaki hayatımızda, elbette çocuğa ek yer yoktu. Ben Adana ‘ya buzdolabı götürmek istediğimde, Behçet’in beni “Dağa uzdolabıyla mı çıkacağız” diye  azarladığını acı acı gülümseyerek anımsıyorum. Toplumdaki gibi annelik, bizler için de sadece kadının yaşadığı bir durumdu. ehçet’i zaten çok az görüyorduk. Hamilelik ve annelik bulunduğum siyasi hareketin cinsiyetçi karakterini açığa vuran ir eşik oldu. Çok önemli bir arkadaşımızın söylediği “Senin görevin artık harekete militan yetiştirmek” sözü az daha sütümün esilmesine neden oluyordu. Çok üzülmüş ve kendimi suçlamıştım.  Buradaki cinsiyetçi bakışı deşifre edecek feminist bilince sahip değildim, kadın hareketi  içinde olmama  rağmen.
12 Eylül’de eşiniz yakalandı...
12 Eylül’de Behçet ilk Devrimci Yol operasyonda yakalandı. “Yakalandı” haberini götürüldüğü Ankara  Numune Hastanesi’ndeki doktorlar verdi. Ancak başhekimin emriyle ölüme terkedilmişti. Zaten çok uzun süre kara gömdükleri için böbrekleri çalışmıyordu... Kimliğimi bıraktım, annesiyle birlikte gittik, kendimi kardeşi  olarak tanıttım ve onu attıkları odadan çıkarıp servise götürülmesini sağladım. Galiba artık yapacak pek fazla bir şey yoktu. Hastanede çok az konuşma fırsatımız oldu. Bana “Seni özledim” dedi, ona “Konuştun  mu” diye sordum. O koşullarda önemli olan oydu ama o yaşadığı korkunç işkenceye rağmen bunu diyecek gücü  kendinde bulmuştu. Kendimi hiç affetmeyeceğim herhalde. Bana Kemal Yazıcıoğlu’nun kendisine işkence yaptığını söyledi. Polis gözaltına almak isteyince kaçtım. Bir daha Behçet’i görmedim. İki dava açıldı. İkinci davada Kemal Yazıcıoğlu’nun adını geçirebildik, ancak zaman aşımından beraat etti. Zaten süreç emniyet müdüründen, işkencecisine kadar polis tarafından engellendi. Davanın 30 kadar avukatı vardı ama ilk duruşmadan sonra hiçbiri gelmedi. Tek başına avukat İbrahim Açan sürdürdü. Duruşmalarda genelde ikimiz oluyorduk. İşkenceci polisler ise tam ekip, dinleyici olarak hazır bulunuyor, bizi tehdit ediyorlardı.  Arkadaşlarımızın çoğu hapishanedeydi. Oradan ifade vermeye çalışıyorlardı. Dışarıdaki arkadaşların pek azı  davayla ilgilendi. Herkes biraz da hayat gailesine düşmüştü. Belki ilk kez o mahkemelerdeki yalnızlıkla kara  günleri bu denli açık hissetmiştim.
Eşiniz öldüğünde kaç yaşındaydı? Sonra ne yaptınız?
Behçet öldüğünde 26 yaşındaydı. Ben 24. Hayatta kalmaya ve çocuğumu büyütmeye çalıştım. Bir süre başka yerlerde kaldım. Ağlayan Dağ Susan Nehir’de anlattığım çingene mahallesine saklandım. Oğlum uzun süre  babasının işkencede öldüğünü bilmedi. O zaman iki yaşındaydı. Behçet’in öldüğünü beş yaşında öğrendi. Zaten o kadar az görmüşlerdi ki birbirlerini. Bu kez de işkencede öldüğünü söyleyemedim. Çünkü söylenemez, kabul edilemez bir şeydi. Hâlâ öyle... Yıllar sonra oğlumun bunu çoktan bildiğini anladım. Aslında bunu da biliyordum. Bilmenin bir başka haliyle biliyordum. Çünkü hiç sorulmamıştı, hiç konuşulmamıştı. Burada ölüm biçiminin korkunçluğunun dışında bir şey vardı. Anlatılacaklara gerçeklik veren zaman akıl sır ermez biçimde ortadan kaybolmuştu. 12 Eylül’dü, bütün sesleri yutan o korkunç sessizlikti. Kuş Diline Öykünen romanı kuşağımın bu kayıp zaman karşısındaki şaşkınlığının hikâyesi aslında. Bana bu süreç dillendirilemeyenin dünyası da açtı.
Nasıl başladınız yazmaya?
Aslında Kuş Diline Öykünen’deki hikâye çok uzun zamandır içimdeydi, bekliyordu. 80 öncesinin karanlıkta  bırakılan gerçekliği ancak sanatsal ifadede kendini açıp gösterebilirdi. Bu kitabı yazarken düpedüz acı çektim.  Sonra kendi tarihimle ilk kez bu denli kesin bir biçimde yüzleştiğimin ayırdına vardım. Daha önce yazı ve makalelerle anlattığım hikâyeyi sanatsal ifadeyle kurmak işi hiç kolaylaştırmıyordu. Kuş Diline Öykünen’i  yazdıktan sonra içimdeki kilitlerin açıldı.Dilimi ve elimi tutan bir şeyden kurtulmuşum, kelimeler bir kapının ardına yığılmış, itişip kakışarak serbest bırakılmayı bekliyormuş gibi. Bu yüzleşememe halinin bireysel  olmadığını düşünüyorum... 12 Eylül’le yüzleşmenin toplumsal hayatımızı zehirleyen katliamlar, soykırımlarla  yüzleşebilmemizin de anahtarı olduğuna dair bir inancım var.
Ağlayan Dağ Susan Nehir Atiye Hanım’la yaşadığınız zamanki gözlemlerden mi doğdu?
O karmaşada ve can derdine düşmüşken pek bir şey gözlemlemiyordum, fırsat buldukça kaldığım elektriksiz evde, gaz lambası ışığında durmadan Kemal Tahir okuyordum ama bu ayrıksı kültür, benden habersizce  bilincime sızdı. Bu gözlem bile denilemeyecek, amaçsız, hatta boş bakışlara takılan o kadar çok şey vardı ki,  bunların doğruluğundan ancak bu konuda yazılmış kitapları okuyunca, özellikle İsabel Fonseca’nın Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan, Beni Ayakta Gömün kitabı, emin oldum. Aslında Naciye Abla, birlikte yaşadığımız yıllar boyunca benim aradığım işaretleri sessizce oraya yerleştirmişti. Nasıl öykü anlatacağımı ve insanın ancak inanmak istediği öyküye inanabileceğini öğretmişti. Onun işaretlerini izledim. Hayatta kalmak için yaptığı gibi,  öykümü en güvende olduğu yere, yalanın kalbine yerleştirdim. Kitabı yazarken binlerce yıllık doğa ve hayat algısından türeyen yaşam tarzına vâkıf olamayacağım sezgisinden-fikrinden yola çıktım. Dışımızda şekillenmiş  dünyaları algılayıp anlayabileceğimiz, zahmetsizce dokunabileceğimiz fikrinde kibir var. “Onlar da  bizim gibi  insanlar” fikri yaratacak, Çingeneler’i ya da onların galiba daha tercih ettiği bir isimle Romanlar’ı sevimli gösterecek bir öykü anlatmak istemedim. Kimsenin anlaşılmak, saygı görmek, kültürünü geliştirebilmek,  ayrımcılıkla karşılaşmamak ve şiddet görmemek için birbirine benzemek zorunluluğu olmamalı.
Peki yüzleşme nasıl olacak? 
Yeni bir politik hareketlilik ortamı, 12 Eylül’ün toplumsal yükseliş zamanı olarak anımsanmasının çerçevesini kuracak. Kuş Diline Öykünen’de buna “zengin zaman” dedim. Yazdıklarım bu zengin zamanın, bana  kazandırdığı sezgilerin ürünü. Ona sadık kalıyor, 12 Eylül’ü direkt olarak anlatmayan bir romanla ilgili söyleşide bile 12 Eylül öncesi gömüldüğü karanlıktan çıkmak için durmadan söz alıyor...
Orhan Kemal Edebiyat ödülünü aldıktan sonra ne hissettiniz?
Orhan Kemal yalnız severek okuduğum değil, işçilerin, ezilenlerin, bereketli topraklar üstünde sefalet içinde yaşayanların dünyasını, anlatmak istediği insani-toplumsal gerçekliği sanatsal ifade içinde yeniden kurma  tarzıyla da çok önem verdiğim bir yazar. Kitabın eğerlendiriliş tarzı da beni sevindirdi. Bu vesileyle hem  kitabımı ödüle layık gören jüri heyetine, hem de bana bu güzel sürprizi yapan Metis Yayınları’na teşekkür  ederim. Beni asıl etkileyen, “78’li” diye tanımlanabilecek arkadaşlarımın sevinci oldu. Bir arkadaşın, ödül  alması dışında bence bu sevinç, dramatik bir olguya da işaret ediyor.
Nasıl bir olgu?
Bu hazin durumu birçok arkadaşım dile getirdi.” 78” denilen kuşağımız, 12 Eylül’ün işkence ve idam  sehpalarında katledildiği gibi zamanın da gadrine uğradı. Karanlığa gömülen zamanın ardında “terörist”  sözcüklerinin kanlı imgesine hapsedilip suçlu ilan edildi. İki yazarın sohbetinden neşet eden masumiyet  tartışması ve 12 Eylül’le ilgili film ve dizilerde yaratılan, iyi niyetli ama siyasi değerlendirmeden yoksun, bu yüzden canından olan, ailelerine acı çektiren, sinir bozucu ölçüde şaşkın, aptallık ölçüsünde masum solcu genç  tipi, suçluluk duygusunun ve aklanma ihtiyacının ne denli güçlü olduğunu ortaya koyuyor. Bizler, 12 Eylül zihniyetinin etkisinde kalanlarca sanattan ve edebiyattan anlamayan, çatışmayı ve dövüşmeyi bilen kuşak olarak takdim edildik. 12 Mart edebiyatının olup, 12 Eylül edebiyatının olmaması bahsinde bile suçlandık. Tebrik  eden arkadaşlarım, ödülle anki biz kuşak olarak bu suçlamalara cevap veriyormuşuz duygusuna kapıldılar. Dramatik olan bu hikâyeye bizim de inanmamız. Çünkü 12 Eylül öncesine ait insani, toplumsal gerçeklik, bizzat bu dönemi yaşayanlar tarafından da bugünün koşul ve ihtiyaçlarına göre yeniden kurulup anımsanmakta.  Eskiden hiç şaşkın değilken, şimdi gayet şaşkın görünen kuşağım kendi hikâyesini unutmakta... Oysa  kimliğimizin şekillendiği bu zengin zaman, her türlü yaratıcılığın da kaynağıydı. 12 Eylül öncesinin toplumsal  gerçekliğini ve bundan türeyen  zenginliği sezememek, bunu bir avuç devrimci gencin hikâyesine indirgemek  hem siyaset hem edebiyat için pek umut kırıcı... Bir kuşağın yaşadığı bu suçluluk duygusu, politikleştiği için  suçlu olduğuna inandırılıp, baskı ve zulümle karanlığa terkedilmiş toplumun da 12 Eylül’le yüzleşemediği konusunda bir ipucu.

Ayşe Arman: Babamın Başka Bir Hayatı Olduğunu O Ölünce Keşfettim

Ayşe Arman’ı anlatmaya hacet yok. Röportajları, yazıları, aşk, cinsellik, kadınlık halleri üzerine düşünceleri malum. “10 Adımda Şehirli Kadın Olmak” rehberi olsa, referansı o olurdu...Bir süre önce babasını kaybeden Arman’la bu vesileyle konuştuk, ölüm üzerine düşüncelerini sorduk. Kafası karışık, canı sıkkındı, böyle oldu röportajcının röportajı...

Rüyanızda babanızın öldüğünü gördünüz. Ve babanız öldü. Bunu nasıl açıklıyorsunuz?
Açıklayamıyorum. Açıklamak da istemiyorum. Huzursuz ediyor bu mesele beni. Bu röportajı kabul etmese  miydim acaba? Sadece baba soruları sorma, dengemi yeni yeni bulur gibi oldum, lütfen bozma...
Artık rüya görmekten korkuyor musunuz?
Evet. Eğer bir rüya musluğu varsa, benimki yanlışlıkla açıldı, kapatmak istiyorum. Bir daha rüya filan görmek istemiyorum. Durup düşünmek de istemiyorum. Ben koşmak istiyorum. Sürekli koşmak hiç durmamak. Amok Koşucuları gibi. Durursam düşerim çünkü.
Babanızın vefatının ardından sürekli çalışmanınız nedeni bu mu?
Düşmemek için sürekli çalışıyorum, bir insan hikayesinden ötekine koşuyorum. Ne kadar karmaşıksa, ne  kadar griftse o kadar iyi. Belki de babamı bir daha hiç göremeyeceğim gerçeğiyle yüzleşmek istemediğim için  endimi bu kadar paralıyorum.
İnsanın aklı bunu almıyor değil mi?
Almıyor. Ölüm bir eşikmiş. Nasıl aşık olmadıysan, anne olmadıysan, ihanete uğramadıysan, işten atılmadıysan,  sevdiğin adam seni en yakın arkadaşınla aldatmadıysa bir sürü şeyi bilmiyorsun, algılayamıyorsun ve büyüyemiyorsun, bu da öyle bir şeymiş. Çok yakın birini kaybetmeden de neyin ne olduğunu bilmiyorsun. 
Nasıl bir fark var çok yakınınız kaybetmekle kaybetmemek arasında?
Artık insanlara “Anneniz babanız hayatta mı?” diye soruyorum. Bir kayıp yaşadılar mı, ölümle tanıştılar mı?  Ben babamı kefen içinde gördüm, saçları pırıl pırıldı, yüzünde belli belirsiz bir gülümseme vardı, mis gibiydi, uyuyordu. Huzurlu, güven verici, tanıdığım bildiğim babam. Dışı oradaydı da içi nereye gitmişti? Bunları çok  düşünürsen kafayı yiyorsun.
Annenizle ilişkinizi daha çok biliyoruz. Babanızla nasıl bir ilişkiniz vardı? Mesafeliydi galiba...
Evet. Babam, benim belalımdı. Bitmeyen aşkımdı. Problemli, marazi bir ilişki. Bütün kız çocukları gibi, ben de babamla ilişkim üzerine kitap yazabilirim. Çok da orijinal değil aslında, binlerce kadın bu ülkede benim durumumda. 18 yaşında Adana’dan İstanbul’a geldim ben. Babam ona  erk ettiğimi düşündü, bunu da hep dile
getirdi. O benim gazeteci değil eczacı olmamı istiyordu. Komik ama hayali “Arman Eczanesi” açmamdı.
Aranızda ciddi bir hayata bakış farkı vardı yani?
O daha güvenli sularda yüzmemi hayal ederken, bense bir an evvel kapağı İstanbul’a atmak istiyordum,  kendimi, erkekleri, aşkı, seksi keşfetmek için can atıyordum. Bence erkeklerle ilişkimi de onaylamadı. Seksi  sevmem de hoşuna gitmedi. Zaman zaman onu utandırdığımı düşünüyorum. Oysa benimle gurur duymasını isterdim. Bir sürü şeyi de hayatta ona beğendirmek için yaptım. Ama işte ne zaman, nerede, nasıl koptuysak,  toparlayamadık. Benim için babam hep “Siz” olarak kaldı. Bana bak bu sorulara devam edersen ağlamaya  başlayacağım! Daha eğlenceli şeylerden söz edemez miyiz?
Hayatınıza giren erkekleri onayladı mı?
- Düşünüyorum de, ilk sevgilim Rasim’e “Tamam izin veriyorum evlenebilirsiniz” dedi. Gerçi biz bir süre sonra  ayrıldık. İlk kocamı Zafer’i de sevdi, hatta ondan ayrılmamı istemedi. Sonra Ömer’i de sevdi. Ve benim için  önemli olan bu adamların hepsi onun cenazesinde buluştu. Hepsi de Mehmet Amcaları için gelmişti. Çok çok  hoşuma gitti.
“Annemle ne kadar açık idiysem, babamla o kadar karmaşık, kapalı bir ilişkimiz vardı. İşte bir  kere daha, her şeyi o beni onaylasın diye yaptığım adamın karşısındaydım” dediniz. Hangi işinizi beğendiğini söyledi?
Hatırlamıyorum. Röportajlarım ve yazılarım üzerine yorum yapmazdı. Okuyup okumadığını ile bilmiyorum.  Galiba bir tek Alya’yı doğurmam hoşuna gitti. Aile kurunca onun tarafından onaylandığımı hissettim. Beni aslında şu sarstı: Cenazesine gittiğim adamı, canım babamı ben yeteri kadar tanımıyordum. Ben saatlerce insanlara sorular soruyorum, bütün hikayelerini dinliyorum, az çok onları çözebildiğimi düşünüyorum ama  babama dair az şey biliyorum. Zaten ölümünden sonra başka bir hayatı olduğunu da keşfettim. Hayata  küstüğünü düşünmüştüm. Hiç de öyle değilmiş. Onun adına üzüleyim mi sevineyim mi bilemedim.
Babanıza dair hatırladığınız en güzel şey ne peki?
O müthiş yaz tatilleri. Bugün araba ile seyahat etmeyi seviyorsam babam yüzündendir. Bütün Avrupa’yı arabayla gezdik biz, maaile. Atlas sever, harita sever, yol sever, keşfetmeyi sever, dünyanın en abuk sabuk  yerlerine gitmek onu mutlu eder, ben de öyleyim. Ama dünyanın en inat adamıydı aynı zamanda, lise mezuniyetime gelmedi mesela. Bir şeylere kızdı beni cezalandırdı. Hadi artık başka şeyler sor...
Bu kaybın ardından eşinizle ilişkinizde nasıl bir değişim yaşandı?
- Daha çok kenetlendik. Ömer aynı zamanda benim en yakın arkadaşım. Beni hiç yalnız bırakmadı. Dahası saçma sapan korkular başlamıştı bende, karanlıkta kalamıyordum, yalnız olamıyordum, hepsini anlayışla karşıladı. Allah’tan geçti şimdi o korkularım. Babam gelip öteki dünyadan “Böğğğ!” yapacak diye mi  korkuyordum nedir. Sonra “Yeteri kadar inançlı mıyım değil miyim” meselesine taktım. Çünkü inançlıysan bir takım şeyleri kafadan kabul diyorsun, sorgulamıyorsun.
Siz her şeyi sorguluyor musunuz peki?
Her şeyi sorguluyorum. Bir sabah uyandım ve Ömer’e “Ben iyi bir insan olmak istiyorum” dedim, “Zaten öylesin” dedi, “Evet ama bir sürü insan iyi, ben daha iyi olmak stiyorum” dedim. “Her şey işte böyle başlıyor” dedi. Ve gülümsedi: “Uyarıyorum eğer kapanırsan boşarım seni!”
Aşk, cinsellik, doğum, annelik, ensest, ölüm... Tüm bu konuları bu kadar açık nasıl  paylaşıyorsunuz?
Teşekkür ederim nihayet başka sorulara geçtin. Hani bir şeyi yaparsın ama neden yaptığını bilmezsin ya...  Benim ki de o hesap. Ben hep böyleydim. Belki imalat hatası ama bana doğal geliyor. Aslında konuşmamak  tuhaf değil mi? Hayatın temel kavramları bunlar...
Hiç mi “Bu sefer fazla oldu” dediğiniz bir an olmadı?
Olmaz mı? Mutlaka olmuştur. Ama genel olarak benim için konuşulmayacak, anlatılmayacak, yazılmayacak  hiçbir şey yok. Ömer beni çok iyi tanıdığı için uyarıyor: “Bu bir sır tamam mı? Başkasıyla paylaşılmayacak.  Yazı konusu yapılmayacak!” Çocuklara “Cısss” dersin ya, öyle diyor o zaman anlıyorum. Beni çok fazla soru  sormamam için de uyarır. Herkese her şeyi dannn diye soruyormuşum. Bundan şikayetçi benim kocam, bir de  beynimde süzgeç yokmuş.
Bu “dann” olma haliyle ilgili hiç anınız yok mu?
Bir keresinde onunla çalışan insanlar karı- kocalı eve geldiler, 40 kişi filan. Kendi kendime “Sakın saçmalama  Ayşe!” diye tembihledim, edepli davranmaya kararlıydım. Fakat insan kaynakları müdürünündü galiba çok  şeker bir karısı vardı, Pakistanlı, her tarafı kapalı, bir ayakları açıktı. Ağzımdan çıkıverdi: “Aaa çok güzel  ayaklarınız var. Erkekler ayaklarınızdan tahrik olmuyor mu?” Evde bir sessizlik oldu. Zaman zaman yapıyorum böyle hıyarlıklar.

Ayça Damgacı: Aşk İçin Sibirya'ya Giderdim

Ayça Damgacı, beyaz atlı prensi olmayan bir aşkın kahramanı. Süleymaniye’nin Marlon Brando’su Hama  Ali’ye aşık olunca, aşkının peşi sıra Irak, Suriye, İran’a gitmiş. Hikayeyi Hüseyin Karabey keşfetmiş.  Başrolünde Damgacı’nın olduğu film, Tribeca, Saraybosna, Tokyo, Adana, İstanbul film festivallerinden ödülle döndü. Bu aşkın sonunu merak edenlere söyleyelim, mutlu aşk yokmuş...

Gitmek hem bir kadının, hem bir ülkenin batıdan doğuya değişimini gösteren bir yol hikayesi. Aynı zamanda da sizin aşk hikayeniz. Her şey nasıl başladı? 
Bu hikayeyi çok sürprizli bir şekilde yaşadım, kendimi de şaşırtarak. Her şeyin ötesinde, coğrafyaların da  ötesinde, Hama Ali gibi bir erkeğe aşık olmak, onunla beraber olmak, karşılıklı bu aşkı yaşamak benim için bir kırılma noktasıydı. Genelde kafamızda hayal ettiğimiz başka figürler vardır, beyaz atlı prensler, öyle olmayan  birisine tuhaf bir şekilde, gerçekten aşkını vermiyorsun. Belki de biraz küçük burjuva bir şey bu. Daha  hayallerle, hülyalarla yaşıyoruz. O yüzden benim için en önemli noktası buydu. İlk defa hayatımda beni  anlayacağını, olduğum gibi kabul edeceğini düşündüğüm, bilgisiyle, birikimiyle donanımıyla, müziğe  düşkünlüğüyle çok etkileyici bir adam vardı. O yüzden ben bu yolculuğu yapmaya karar verdim. Beni yollara iten, böyle hissetmiş olmamdı. Böyle hissettikten sonra o kişi nerede olsa gidersin. Irak da olabilir, Sibirya da  olabilir, Guantanamo da olabilir... Bir de biri bana bir şeyi "Yapma" deyince, kendi isteklerimi aşan bir şekilde yapmak istiyorum. Ama insan eyleme geçince ayakları yere basıyor ve işin politik çerçevesini, nelere muktedir olup olmadığını daha iyi görüyorsun. O zaman daha iyi anlıyorsun, doğu-batı ne, Kürt olmak ne, Türk olmak ne...
Siz Türk kökenli bir aileden gelip, İstanbul'da yaşıyordunuz değil mi?
Evet İstanbul’da yaşayan, Türk kökenli orta sınıf bir ailenin çocuğu olarak büyüdüm. Hiç bir şey tesadüf değil, çünkü ben Tiyatro Oyunevi’nde çalışırken, ilk defa doğuya gittim. Turne sırasında arkadaşlarımdan ayrıldım ve tek başıma bütün o bölgeyi gezdim. Mardin, Midyat, Diyarbakır... Orada ilk defa insanların diyalektiği, konuştuğu dil, halay çekişleri beni çok derinden etkilemişti. Orada bir dil keşfettim, bana benzeyen insanların olduğunu keşfettim, çok acayip bir kırılma yaşadım. Kabına sığmayan ötekiliğin, çok iyi ifade bulduğu bir  mecra var ve ben de onlardan biri olduğumu fark ettim.
Daha önce güneydoğu, doğu kültürüyle tanışma fırsatınız olmamış mıydı hiç?
Ne kadar garip değil mi? İstanbul'da küçük burjuva bir ailedenim. Ama bağırıp çağırıp, dans etmek isteyen, gözlerinden kıvılcım gibi fırlayan insanların yaşam enerjilerini gördüm, bana yakındı. Oraya gittiğimde bunu fark ettim. İlk karşılaşma, ilk alev orada oldu.
Hama Ali'yle doğuya yapılan bu yolculuğun sonunda mı tanıştınız?
Sarı Günler filminin yönetmeni, ben sokakta giderken beni görmüş, benim gibi tombul bir kız arıyormuş, asistanını gönderdi yanıma, "Oynamak ister mi?" diye sordu. Ben de şaşırdım, "Tabii isterim" dedim. Oyuncu olduğumu da bilmiyor. “Ertesi gün Sine-Sen'e gel” dedi. Bana senaryoyu verdi. Ben de Allah’ın her oyuncu kulu gibi, senaryoyu okumak istedim. Gittim, baktım, Saddam'ın yok ettiği bir Kürt köyünü anlatıyordu Kuzey Irak'ta. İnsanın kalbi çarpıyor böyle bir hikayede. Başka biri olsa "Bu ne?" diyebilir. Ama yoldan geçerken seçiliyorsun, daha yeni bahsettiğim kıvılcımı yaşamışsın ve karşına böyle bir senaryo çıkıyor. Koşarak, zıplayarak “Oynarım” dedim. Adıyaman'a gitmem gerekiyordu. Kuzey Irak'tan gelecek oyuncular bir türlü Habur'u geçemedikleri için çekimler ertelendi. Bir gün aradılar, "Bin Adıyaman Turizm'in otobüsüne atla gel" dediler. Acayip meçhul bir durum. Bindim gittim, ilk çekimler yapıldı. Ertesi gün Kuzey Irak'tan oyuncular  geldi. O dönem üç hafta ınırda beklemişlerdi. Habur Sınır Kapısı çok keyfi açılıyordu. Hama Ali'yle o gün tanıştık, kahvaltıda. Çok çok karizmatikti. Ondan sonra sohbet ettik, bana şarkı öğretti. Ben köyün cilveli  kızını oynuyordum, şarkı öğrenmem lazımdı, onu seçtim. İnsan olarak çok etkileyici bulmuştum. Sonra arkadaşlarıma dedim ki, "Arkadaşlar biriyle tanıştım Kuzey Iraklı, aynı Marlon Brando." Onlar da "Vayyy be"  dediler. Filmdeki “Benim Marlon ve Brandom” lafı da oradan gelme. Hakikaten öyle bir hava seziliyordu o zaman. İnsan aşık olunca neleri nelere benzetmiyor.
İlk görüşte aşk oldu yani...
"Güzelliğin beş para etmez, bu bendeki aşk olmasa." Adıyaman'daki çekimler bir ay sürdü, acayip olaylar oldu. JİTEM geldi, çekimleri durdurdu. Dedikodu yapmışlar, "Burada Apo'nun hayatını çekiyor bunlar"  demişler. Nur Sürer vardı sette, onun sayesinde tekrar çekimler başladı. Daha sonra Kültür Bakanlığı yine yasakladığı filmi. İçinde “Türkiye'nin askeriyeye yatırdığı para, Ortadoğu'daki bütün ülkelerin eğitime harcadığı  paraya eşit" diye bir radyo haberi geçiyordu. Bu haber yüzünden. Bir de çocuk çetesi vardı köyde, ağayı kötü  duruma düşürecek şeyler yapıyordu. Biraz insani bakışı temsil ediyorlardı. En sonunda bir yol ayrımına geldiler. Saddam ordusu gelip oradaki Kürtleri orduya alıyordu. Diyorlar ki, "Orduya katılamayız, mecburen dağa çıkacağız.” Böyle bir laf geçtiği için film sansürlendi ve gösterilemedi.
Film bittikten sonra ne oldu?
Ben İstanbul'a geldim. O Süleymaniye gitti. O zaman adı konmuş, son derece karşılıklı yaşanan bir aşktı.  "Bilemiyoruz ne zaman, nasıl ama bir şekilde yine beraber olacağız" diyerek ayrıldık. Ondan sonra müthiş bir telefon trafiği başladı. Ben arıyordum, mektup yazıyordum, mektupları faksla gönderiyordum. Bir tomar  mektup var.
Onun Süleymaniye'de hayatı nasıldı?
İyiydi, orada da filmler, diziler çekiliyor. Tabii ki bizimkinden çok daha farklı, savaşla harmanlanmış, kendi  akışında bir hayatı var onların. Eğitici yanı olan, feodaliteyle hesaplaşan filmler çekiliyor. Müthiş bir sosyal  gerçekçi bir tarzları var.
Kürtçe öğrenebildiniz mi bu arada?
"Ben var gelmek" kadar. Sana bir şey öteki olarak gösterilmişse, gizliden gizliye öğrenmek, bilmek istiyorsun.  Bir hazzı var. Neden bir Kürt'le Kürtçe konuşamayayım ki? Yasaklı olana ilgi. Çok doğal bir şey. Çok  cezbedici bir yanı var. İçimizdeki ötekilikle ilgili bence bu.
Gitmek filminin çekimleri sırasında Hama Ali'yle  ilişkiniz bitmiş miydi?
Bitmişti. Ben 2005'te Irak'a gittim. Orada noktalamaya karar verdik ilişkiyi. Başlangıç ve bitişi dört yıl sürdü.  Sonra Hama Ali de filmi İstanbul Festivali'nde izledi. O sevdi tabii. İlginç bir antremandı. Biz artık arkadaş olmuşuz ama ortada bir aşk filmi  xar. "Yazmıştık o mektupları o zaman" diyorsun. O aşaması zordu. Sen  oradasın, arkadaşsın ama aşk filmini izliyorsun. Katlanması zor bir durumdu benim için.
Yolculuk sırasında kültürel değişime de tanıklık ediyoruz. Bu yolculuğu yaparken, doğuyla batı arasındaki kadınlık halleri arasında bir fark var mıydı?
Hepimiz ailede kadınlığı yaşayarak başlıyoruz ilk olarak. Güneydoğu'da bir kadın “Varım” dediği zaman, hayatı pahasına tehdit ediliyor. Ama sen burada yok sayılarak tehdit ediliyorsun. Görmezden gelinerek yok  dilmekle, bedeninin yok edilmesi arasında çok büyük fark var tabii ama ikisi de sonuçta yok edilmek. Erkeklerin  dünyasında mücadele etme hali benim için hep çıkışsız bir mücadele gibi görünüyor. Şimdi rol aldığım dizi  Güldünya bu konuların katman katman işleneceği bir dizi olacak, o yüzden de çok değerli buluyorum.
Peki başa sararsak, bu film çekilene kadar hayatınız nasıldı?
Üniversitede başlamıştım tiyatroya. Öğrenci Kültür Merkezi'nde. Şahika Tekand'a gittim sonra. İktisat  okurken, okulu bırakıp, Tiyatro Kulübü’ne devam ettim. Sonra İstanbul Üniversitesi Dramaturji bölümünü kazandım, o sırada da Mahir Günşıray'la çalışmaya başladım.
Herşey bittikten sonra Irak ve İran’la ilgili algınız hâlâ açık mı?
O dönemde, gazetedeki her haberi kesiyordum. Her gün üç gazete alıyordum eve. Her gördüğüm haberi okuyordum. Şimdi de o zamanki kadar hassasım tabii ama biraz daha kendi yapmak istediklerimle, kendi hayatımla ilgiliyim herhalde. Eskisi kadar ilgili değilim çok açık söylemek gerekirse.
Sarı Günler filminden sonra nasıl buluştunuz?
İran'da. Ben her şeyi ayarladım ama o gelemedi. Hep İran'da mı buluşacağız, Irak'ta mı buluşacağız, Suriye'ye mi gideceğiz? Devamlı bir rota arayışı vardı. Diyorlardı ki, "Suriye'ye git, Barzani'nin bürosundan izin al, oradan geçersin." Türkiye Kuzey Irak'a 600 dolar vize istiyor. Normal yaşantısı olan insan oradan buraya nasıl gelsin? Bütün o süreç içinde biz sürekli rotalarla, haritalarla yaşarken, biz o dönem Van Hakkari Sanat Köprüsü'yle Van'a gitmiştik. Ben dedim ki "İran'a geliyorum". Oradan bindim otobüse, ver elini İran. O da üç gün sonra  geldi. O üç gün bekleyiş biraz güç geçti.
Neden?
Tanıklık ettiğim olaylar zordu. İran'da tek başına kadın olmak gerçekten zor bir şey. Sen bugün bir taciz  gördüğünde sokakta, dönüp bir bağırırsın. Bir mücadele şansın vardır. İran'da aynısını yaptığın zaman polis gelip tutuklar seni. Tek başına yürürsen, nedir bu, ne demektir?
O üç gün nasıl geçti?
Yine eski bıçkın halimle yürüyordum sokaklarda. Çok korku doluydu. Pazara gidiyorsun, bizim Mısır Çarşısı  gibi bir yer. Bir aile, adam, oğlu, arkada eşi, annesi yürüyorlar. Baba seni elliyor çat diye, oğluna öğretir gibi.  Gelenek gibi. Ben bunu yaşadım. Oğlu da yapıyor. Hiç bir şey yapamıyorsun, yabancısın. Kostümümden de anlıyorlardı. Sonra gittim bir manto aldım. Ama fark etmedi, bakışlar yabancıydı.
Hama Ali geldikten sonra ne oldu?
Sakız diye bir şehre gittim ben onunla buluşmak için. O da ayrı bir macera. Hama Ali de kaçak gelmişti İran'a.  O yüzden ben gittim Sakız'a. Ama telefon numarasını hatalı vermiş, ulaşmamız gereken yere ulaşamadım bir türlü. Çantamla kaldım ortada. En son bu numarayı arıyorum dedim. Yok öyle biri dediler, sonra bir tane  adam bu isim bana yabancı gelmiyor dedi, o birini aradı, o ötekini aradı, o şekilde ulaştım. O kısmı çok gergindi. En kötü ihtimalle bir bakkal amcanın evine sığınırım, orada kalırım diyordum. Doğu'da insan bir  şekilde ağırlanacağına güveniyor. Zaten "Hiç bulamazsam, kapı kapı araştırır bulurum" diye bir güven geliyor  insana. Sonra buluştuk 15 gün güzel zaman geçirdik. Ama ne olacak ki? Irak'a mı kaçacağız? Ben İstanbul'a  döndüm, o Süleymaniye'ye...
Bu hikayeyi Hüseyin Karabey nasıl keşfetti?
Hüseyin bizim tiyatroda video enstalasyonları çekiyordu. Ben de daha önce Boran ve Sessiz Ölüm'ü seyredip, çok etkilenmiştim. İyi bir dostluğumuz oldu. "Bak bunları yazdım" diyecek kadar sadelikte bir insandı. Ben  kendi çapımda, tam bir cahil cesaretiyle yazmıştım. İçine şiirler, mektuplar koymuştum. "Bunu ilk uzun metrajlı  kurmaca filmim yapmak istiyorum" dedi. Heyecanlandım, korktum. Gerçek olması da bir korku yarattı. Film  olursa herkes duyacak. Bu senaryonun içine Hüseyin'in tanıklık ettiği hikayeleri de koyduk. Ressam, sınırdaki anne, beni Habur'a götüren taksi şoförü gibi. Güzel bir ortak çalışmak oldu. Benim hikayemin içine onun  tanıklıkları da girdi.
Çekimler sırasında plana dahil olmayan sahneler de çekildi değil mi?
Çekimler sırasında bir düğüne denk geldik ve kaçırmadık hiç. Ben “Düğün” dedim açtım kapıyı, hemen halaya katıldım, onlar geldi, çekim yaptılar. Sessiz bir akitle çalıştık. Ben halayın zevkini çıkartırken, Hüseyin gelip,  "Ayça gelin orada, damat orada bir de oraya git" diyordu.
Filmin bitmesinin ardından bu kadar başarı  kazanacağını, ödül kazanacağını düşündünüz mü?
“Galiba bir sıcaklık olacak” diye düşündüm. Ama ödül gelecek, şu olacak, bu olacak diye düşünmedik. Bütün  eforu filme harcadığımız için. Bizim için küçük bir filmcikti. Hakikaten sıfır beklenti vardı. Ama Emek Sineması'nda gösterilirken, bayılacağım sandım. Hayatımda u kadar korktuğum ve heyecanlandığım bir an  olmadı.
Filmi izledikten sonra "Vay be süper bir aşkmış" diyor mu insan?
Ben artık yakınlardan bir yerlerden birilerini bulsam daha iyi olacak diye düşündüm filmi izledikten sonra.  Herhalde bir kere olur hayatta böyle şeyler. Bir insan için bu kadar yol kat edilebilir ama bu kadar kendi  canını, hayatını hiçe sayarcasına yapmak da bazen endişelendiriyor beni.

Nihal Bengisu Karaca: Kendimi Feminizmin Dışında Görmüyorum

Aktüel’de yazarak farklı mecralardan seslenme imkanı buldunuz. Durum böyleyken, önyargılara takılmak “kendimi anlatamıyorum ya da anlamak istemiyorlar” hissi yaratıyor mu?
Başlarda çok yaratıyordu. Ama sonuçta anlayan da o kadar çok ki. Anlamayanların hakaretlerine tahammül  etmek ödenebilir bir bedel oluyor bu durumda.  
Kendini hiç ifade edemeyen türbanlı kızlar da var. Aynı meraka sahipler, aynı yollardan geçecekler ve kendilerini daha kötü hissedecekler. Bu durum size ne düşündürüyor?
Başörtülü gerizekalı muamelesi yapmak bir hastalığın tezahürü. Bu kızların tercihte bulunma özgürlüğü olduğunu dahi kabul edememiş elitist bir hastalık bu. Bir kere sen hem kadının değerli olduğu, eşit olduğu ve başörtüsünün bu eşitliğe leke düşürdüğü tezinden hareketle, kadını hak ettiği eşit vatandaş modern insan pozisyonundan uzak tuttuğu için başörtüsüne karşı olduğunu ileri sürüyorsun. Hem de ‘bir kadın isteyerek  örtünemez’ diyerek o insanın bir kadın olarak kendisi adına karar verebilmeye ehil olmadığını, kafasının basmayacağını söylemiş oluyorsun. Burada dev bir paradoks var. Genç kızlar da bu paradoksun farkında olarak değersiz bir şey yapmadıklarını, inanç sistemleri içinde tutarlı bir şey yaptıkları özgüveniyle hareket edecekler. Dünyada olan her şey Allah’ın bir ayeti öte yandan. Fikir ürünleri, filmler, kitaplar Allah’ın bilgisi  dahilinde. Bunlar bizim sosyal evrenimize dair şeyler ve aslında din işi dünya işi diye ayrı ayrı kaplara  konulamaz evrendeki hiçbir şey. İnançlı bir insan için yaşanan her şey, edinilen her deneyim manevi dünyamıza dahildir. Dolayısıyla başörtülü bir tıp öğrencisi için mesleki yeterliliği de, hizmet aşkı da maneviyâtının bir  parçasıdır. Bu nedenle varoluş algıları sarsılmadığı ve ebat ettikleri sürece çok başarılı da olacaklarına  inanıyorum.
Duygu Asena hakkında yazdığınız yazının ardından feministlerin tepkisini çektiniz. Buna karşılık, Türkiye’deki feminist hareketin kadının inancıyla barışık olmadığını söylediniz. Siz bu konuda  nerede duruyorsunuz? İnançlı kadınlarla barışık bir kadın hareketi size de yakın gelir mi? 
Kendimi tamamen feminist öğretinin uzağında konumlandıran biri değilim. Klasik eski feminist öğreti “dinler ataerkil söylemi güçlendirmişlerdir o yüzden kadının yanında değildir” diyor. Katherine Young “bu bir  kolaycılık, bundan vazgeçelim”, Denise Carmody’se “kadın veya erkek bir yaratıcıya inanmanın böyle kutsal  bir deneyimin içinden geçmenin de eşitleyici bir yanı var, bunları da artık ikkate almalıyız” diyor. Ben bunların yanında duruyorum. Kadının manevi eneyimini aşağılamayan, din arkaiktir ve ‘her türden kadın hareketi aydınlanma felsefesinden sonra kadınlara bahsedilmiş bir şeydir’ demeyen, katı ve kolaycı ayrımı benimsemeyen bir hareketin içinde  lurum. Zaten öyle bir düşünce üzereyim. Türban meselesine feminist  hareketin yeterince sahip çıkmadığını ya da türbanlı kızların bu neviden bir kadın hareketine ihtiyaç duyduğunu  düşünüyor musunuz? Bu işi erkeklerle konuşmayalım, erkekler çeksin elini türbanın üzerinden diye çok kuru ülkemiz koşullarına göre bir hayli kof olan bir söylem var. Kendini feminizmle özdeşleştiren kadınlardan çıkıyor bu. Ama biz ne zaman feminist kadınları veya feminizmin öğretilerinden etkilenen açık kadınları, eğitim  hakkından mahrum bırakılan başörtülü kızların yanında görebildik? Kadın olma ortak paydası her türlü siyasi  mülahazanın ve ideolojik bölünmenin üzerinde olacaksa biz feministleri başörtülü kızların yanlarında  görebilmeliydik. Yok değilse eğer o zaman tabii kimsenin de erkekler bu sorunu konuşmasın deme hakkı yok.
Müzik zevkiniz nerelerden besleniyor? Neler dinliyorsunuz?
Arkadaşlarımla aramda müzik eksenli bir network var. Duyduğum beğendiğim bir şeyin peşine düşerim. Arama motorlarından aratırım. En son Lazca caz yapan Mircan’ı severek dinledim. Klasik Türk sanat müziği dinleyicisiyim. Bu ara bir Portishead takıntım var. Cocorosie, Koop, Pink Martini, Gotan Project var sonra. Yazın King of Convenience ve nouvelle vague dinliyordum. Ama hazırladığım cd’ler çok delidir, Anathema’nın bir parçası biter ardından Linet’in Batsın Bu Dünya’sı, Levent Yüksel’in “Zalim”i gelir felan. Sonra 70’lerin  Türk Hafif Müziği parçaları. Nil Burak’ın parçalarını edindim, Ersan Erdura’yı sonra. Büyük adamdır Erdura, Türkiye’nin Elvis’idir bence.
Sezen Aksu hiç dinlemediniz mi gençliğinizde?
Dinlemedim diyen sahtekârdır ence. Dinledim tabii. Ama Ajda Pekkan’ın regal dönemine daha bir yürekten bağlıyım. Sezen Aksu bir klasiktir, ama ben onu biraz arabesk ihtiyacımı gidermek için dinlemişim.
Birebir  arabesk hiç mi dinlemediniz?
Çok yakın dönemde dinlemeye başladım. Getirip burnuma dayadıkları zaman, mahalle baskısıyla. Mesela bir Müslüm Gürses. Ama bugün pop müziğin içinde arabesk yaşıyor zaten. Son dönemde Mirkelam güzel şeyler yapıyor. Alaturka, rock ve arabesk karışımı. “Adem” şarkısını beğeniyorum.
Canlı performans dinleme merakınız var mıdır?
Bir zamanlar gidiyordum. Ama ben konforuna düşkün biriyim. Babylon’da konsere gitmeyi ayakta, kalabalık da dinlemek beni sarmadığı için bıraktım. Harbiye Açık Hava’daki konserleri takip ederdim. İyi olurdu ama  yoğunluğum çok arttı. 28 Şubat sonrası yaşadığım tatsız olaylar da olunca gitmemeye başladım. Kızıl Ordu  Orkestrası’nın konserinde, bir kadın “sizin alkışlamaya hakkınız yok” diyerek tepki göstermişti. Bunları da biz yaşıyoruz. Böyle yerlere  niye başörtülü kızlar gelmiyor demenin de çok anlamı yok.   
Oğlunuzla ilişkiniz nasıl? Size anne yerine abi diyormuş...
Eskiden öyleydi. Şimdi çok platonik çok güzel bir ilişkimiz var. O zamanlar sınırlı bir zamanımız vardı ve temel ihtiyaçları anneannesi tarafından karşılanıyordu. En kolay ilişki  kurma yöntemi oyun oynamaktı yun oynayınca  da oyun arkadaşı muamelesi yapıyordu bana. Şimdi hiyerarşiyi fark etti. Sevgisini çok estetize eden bir çocuk. Geçenlerde “oğlum hastayım çok sarılmayayım” dedim, “olsun senin hastalığın benim için olsa olsa bir  hediyedir” dedi. Mutluyuz yani.
Kaç yaşında?
7.
Böyle konuşmak için çok da küçük.

Evet küçük ama ismiyle müsemma. Sühan Farsça’da şiir ya da bilgece söz söyleyen kişi demek.
Annesinin  yazar olduğunun farkında mı?
Herkesin annesinin yazar olduğunu sanıyordu bir ara. Sonra ben anlatınca gerçeği fark etti.
Okulu nasıl gidiyor?
Okuldaki müfredattan Kemalizm takıntısı var. Atatürkçü bir çocuk. “Atam güzel Atam” diye geziyordu bir ara. 

Nihal Bengisu Karaca: Başörtüm Nefs Adası İçin

Kimine göre ‘bez parçası,’ kimine göre ‘maneviyatın son halkası.’ Türban tartışması sürerken yazar Nihal  Bengisu Karaca’ya ‘dünyevi meseleler’i sorduk. O, entellektüel yanını görmezden gelen ‘türbanlı kadın’ önyargısına alışmış. Farklı dönemlerde önüne çıkan duvarların öbür tarafında kalmaya, ‘Ötekilik ihtisas alanım’ diyerek ironiyle bakıyor. Zaman Gazetesi ve Aktüel Dergisi’nde yazan Nihal Bengisu Karaca ile ‘bizi ayıran nehirleri’ konuştuk...

"Yıl 982, hiç unutmam o yıl Sarıkamış’a çekirge yağdı" diyecek kadar gezgin bir çocukluktan bahsediyorsunuz. Aklınızda nasıl bir çocukluk, nasıl bir aile var?
Resim yapan, enstrüman çalan, uzun favorili bir baba ile kısa etekli Jackie Onasis benzeri bir anne vardı önce. Bir e National marka televizyon. National diye TV olur mu; vardı işte. Sonra babam enternasyonelin eşiğinde Kemalist solcular 70’lerde fazlaca diniman aleyhtarı olduklarından, solcu çevresinden soğuyarak, İslami eğilimleri ağır basan bir yola girmiş. Sekiz yaşımdan sonraki dönem için, mesleğinde ve düşüncelerinde idealist, akılcı, neredeyse pozitivist, ibadetlerine de azami dikkat eden doktor bir baba; fedakâr ve organizatör, kendini hayatımızı güzelleştirmeye adamış sakin bir anne hatırlıyorum. Babamın askerliği, dindar biri olması nedeniyle akademik hayatının ideolojik kumpaslarla sekteye uğraması, sonra yeniden üniversiteye dönmesi gibi etmenlerle, ilköğretimim birkaç kez bölündü. Bir yandan güzeldi, öğreticiydi ama bunu şimdi anlıyorum; yaşarken o kadar iyi değildi, maddi manevi sıkıntı çektiğimiz zamanlar oldu.
Bu sıkıntıların çocukluğunuz üzerinde etkisi ne oldu?
Depresyon denilen şeyle 10 yaşında tanıştığımı şimdi, bugünden geriye bakınca görüyorum. Resmi ideolojinin baskısı ve dayatmaları, inanç özgürlüğünün aynı zamanda anayasal güvence altında olması gerektiğini bilen eğitimli, karakter sahibi insanlara direnmekten ve mukavemet etmekten başka seçenek sunmuyordu. Üstelik bu insanlar, verdikleri mücadeleyi çocuklarına, çocukluğun dünyasına tercüme etmekte de sıkıntı çektiler. Bunları büyüyünce anlıyorsun ve ailene duyduğun saygı artıyor. Üniversiteye gelip Afganistan ile Filistin’i aynı şey zanneden, “Kapitalizm miydi o, komünizm miydi, ay bunları hep karıştırıyorum” diyen üçüncü sınıf öğrencilerini görünce, ne kadar şanslı olduğunu düşünüyorsun.
Gittiğiniz yerlerde uyum sağlamadan önce “öteki” olmuşsunuz. Türban takmaya başladıktan sonra da başka bir “öteki.” İki “öteki” arasında nasıl bir fark vardı?
Çok klişe bir sözcük evet, ama doğru. Üstelik tekdüze bir “öteki” olma hali de değil bu. Çeşitli katmanlarda çeşitli düzeylerde “öteki”likte ihtisas yapmışım deta. Bir meslek olsaydı kendimi “öteki”likten attırır, kıdem tazminatımla gül gibi geçinirdim herhalde. Sürekli şehir değiştirdiğiniz zaman, girdiğiniz her sınıfta biraz yabancı oluyorsunuz. İzmir’deki okulumda, babamın dini hassasiyetleri nedeniyle ilkokul öğretmenimle tokalaşmaması, öğretmenimle arama bir duvar çekmişti. Anadolu‘daki okullarda ve özellikle İmam Hatip Lisesi’nde bu kez “doktor kızı” ibaresi sınıfımdakilerle aramda bir  ngel oldu. Bir üstünlük iddiasında bulunacaksınız ve bu an meselesiymiş gibi, tedbir alınırdı. Ötekileştirme de böyle bir şey zaten. Dinlediğim müzikleri dinleyen bir genç grubunun arasında da yabancılık çekerdim. Tipik 80’li yıllar “tiki”leri; kitap okumaz, Gorbaçov ya da Stendhal arasında hiçbir fark göremez ve “Tuhafsın işte” deyip sırtlarını dönerlerdi. Sürekli flörtten bahsederlerdi, o konularda da ben püritendim.
İmam Hatip Lisesi’nde geçen yıllarınız aklınızda nasıl kalmış?
İşin okuldaki hocalar boyutu vardı ki, onlar da “amanın biz mü’mine yapacağız derken çocuk aynı kulağına üç tane küpe taktı” diye dertlere gark olurlardı. Ama diplomasi, iyi niyet, tatlı dil diye bir şey var. Ben ve okuldaki arkadaş grubum herşeye rağmen en sert hocalarımıza kendimizi sevdirebilmiştik. “Sizin grup meslek hayatım  boyunca gördüğüm en renkli gruptu ve sizin mezuniyetiniz acı veriyor” demişti müdür muavinimiz. Derslerim  iyiydi, Kur’an, hadis, tefsir gibi dersler de öyle. Ama her aramada bir Bluejean iki adet Hey dergisi yakalatmak skandal bir durumdu. Zımbalı montlar, rengi açtırılmış kısacık saçlar da öyle. Başörtüsü, bana göre nefs denilen tehlikeli bir adada ruhunu hayatta tutmak için gerekli olan sorumluluk bilincini diri tutma yollarından biri. Erkek bakışına denetim getirir, kadının beğenilme dürtüsünü gemler İHL’ye göre aşırılık sayılabilecek şeylerim mutaassıp müdür muavinim tarafından bile tolere edilebildi de, sonraki yıllarda başörtülü dindar  öğrenci kimliğim diğer mahallenin ilerici, çağdaş yaşamacı püritenleri tarafından, incesinden kalınından sadece aşağılama gördü. Laik kesim muhafazakâr kesimden daha tutucu. Mutaassıp hocalarımız zirzop görüntülere rağmen yumuşayabilir, yaptığın şeylere gülümseyebilirdi; ama toplumda dini imge ve ibarelere katlanamayanlar başörtülü kız görüntüsüne Cumhuriyet’in yüzünde çıkmış çıban muamelesi yapmaktan ötesine geçemediler.  Bugün görüyoruz işte. Örtüden gıcık kapılabilir, insan anlamayabilir, ama bazı kızlar okuyamasın diye kelle koltukta savaş vermek patolojik bir durum. Basit tercihleri rejim meselesi, hatta büyük Ortadoğu meselesi  haline getirmek bir hastalık. Din düşmanlığının gerekçesine “aydınlanma”, merhametsizliğin adına “laiklik” demek, olsa olsa doktoru yanıltmaktır; hastalığı yayıp sonra da “Bir şeyimiz yoktu şeriattan oldu bu” diyorlar. Pişkinlik de bir hastalık tabii. Allah acil şifalar versin. Başörtülü kızlar her  heye rağmen gülümsemeli. Bunları humorize etmekten başka çare yok. Gelecek dinsel çoğulculuğa açılıyor ve o geleceğe kendi dininin mensupları ile 19. yüzyıla özgü gerici bir kavgayla giriyorlar, genç kadınlara irtifa temin edecek özgürlüklerin önünü  tıkamakla övünüyorlar. Başörtülü kız görüntüsüne çıban muamelesi yapılıyor. 
İlk türban takmaya başladığınız günlerde nasıl tepkiler aldınız? O dönemdeki bakışınızla o günleri anlatabilir misiniz?
Başörtülü olma fikrini ilk olarak ailemde edindim. Ancak İHL’de de okuduğum halde, o dönemim benim moda ve müzik çılgınlığım nedeniyle yeterince feyz alınamayan bir dönem oldu. Üniversitede aynaya bakıp, “Şimdi ne olacak” diye sordum. Ağırlık merkezin nedir? Üniversitede hissediyorsun, hayatının tarlasındasın; sonraki hasat, o dönemde ektiklerine bağlı. Çeşitli ilgi alanların olabilir, tamam ama bu filmin leight motive’i ne olacak? İnanç insanı mı olacaksın, akıl insanı mı,  utku insanı mı? Din ağırlıklı bir referans kaynağı mı olacak, yoksa Batılı formlarla, Batılı hayat stratejileri arasından mı seçim yapacaksın? Ciddi sorular sormaya başlayınca, daha önce çok yeknesak olan dindarlık ve örtünme de ciddileşti. Hayatımı dini bir eksene doğru kurguluma niyetimin bir parçasıydı başörtüsü. Hala öyle bir niyetin izdüşümü. Hah, çok mükemmel bir Müslüman oldum, hadi şimdi bunu taçlandıralım diye örtünülmez zaten. Başörtüsü, bana göre nefs denilen tehlikeli bir adada ruhunu hayatta tutmak için gerekli olan sorumluluk bilincini diri tutma yollarından biri. Erkek bakışına denetim getirir, kadının beğenilme dürtüsünü gemler, ama bunlar dış dünya ile ilgili şeyler. İşin içe bakan bir yanı var ve saygıyı hak ediyor.
Başörtünüz nedeniyle bir yerde tepkiyle karşılaşınca, “Ben de Nihal Bengisu Karaca’yım, benim de geldiğim bir yer, aldığım bir yol var” diyerek kızgınlık duyduğunuz oluyor mu?
Asıl mesele geldiğin nokta zaten. Geldiğin yer dolayısıyla daha yüklü, daha rafine bir nefretin odağı halindesin.  Mesela, kendi halinde suya sabuna bulaşmayan, fazlasıyla tedirgin ve öteki olduğunun farkında bir Ermeni’ye kimsenin laf ettiği yoktur. Ama “Benim bu toprakta gözüm var ama üstünde değil altında gözüm var” deyince tepki çekmişti Hrant Dink. Burada aslında anlam çok açık. Ama bu söz bu haliyle bile bir grup vandalın tepkisine neden olabiliyordu. Etrafına çekilen çitin biraz dışına taştığında bedel ödemek zorunda kaldığın bir ülke burası. Yazıyorsa haddini aşıyorsundur.
“Türbanlı biri entelektüel, aydın, sofistike bir insan olamaz” eleştirileri var hakkınızda. Bunlara ne diyorsunuz?
Ben Allah’ı bilmenin yollarını benim için kolaylaştırır diye örtünüyorum. Allah’ı bilmek ise uzun bir yol, küçümsenebilir bir şey değil. Ve evet, “Allah” benim sabitem ve onu hem aklımla hem kalbimle anlamak gibi bir derdim de var. İnsanın sabitesi varsa, entelektüel olamaz denilebilir mi? Bu önermeyi doğru bulmuyorum  Belirli sabiteleriniz yoksa gezi yazısı bile yazamazsınız. Çünkü baktığınız şeyi göremezsiniz, kategorize edemez ya da kategorilerden özgürleştirmeyi başaramazsınız, bilgiye bağlam tayin edemezsiniz. Öte yandan dindar  birinin bilgi edinme kaynakları, bir pozitivistinkinden çok daha zengindir; beş duyunun yanı sıra sezgiler ve manevi deneyimler de referans niteliği taşır. Bunu özgürleştirici ve zenginleştirici buluyorum. Tersini düşünenleri de kınamıyorum, öyle yetiştirildiler. Modern eğitim aydınlanma felsefesi uzamında teberrüz etmiş bir şey. Aydınlanma, insan aklını hem doğanın bir parçası kabul etti, hem oğada olan her şeyi aklımızla kavrayabiliriz  diyerek ona doğaüstü bir nitelik atfetti, hem de bu doğaüstülüğün nedenini ve kaynağını da açıklayamadı. Ben evrenin, Tanrı’dan geldiğini bilen bir akılla da kavranabileceğini düşünenlerdenim. Haa, burada mesele dindarlık değil safi türbansa, “Hatun kişi ne yaşıyor ki ne yazacak zavallıcık” gibi bir durum söz konusuysa,  buna da cehalet der geçerim. Fırtınalı bir hayat sürmediğim doğru ama okumak, izlemek, sezinlemek de yaşama dahil; böyle düşünmeyenler kendi deneyimlerinin koynunda sonsuza dek devinebilirler.
Sinemaya ilginiz nasıl başladı?
Gözümü açtım, televizyonu gördüm. TRT de bir zamanlar iyiydi. Çok küçük yaşta izlediğim dizileri hatırlıyorum. Dört yaşındaydım ve “Altı Milyon Dolarlık Adam”a hastaydım. “Kaçak” vardı sonra... Görsel kurmaca ürünleriyle ilk temas anlarım böyleydi. Görerek, izleyerek öğrenmeye yatkın bir çocuktum. Babam da meraklıydı; Clint Eastwood, Steve Mac Quinn, Charles Bronson hayranıydı. Babam dini bir camia içine girdikten sonra da belli filmleri izlemeye çalışırdı, kayıtsız kalamazdı. İstanbul’a ilk geldiğimde Marmara  Üniversitesi’nde olduğum için, ilk öğrendiğim yer Kadıköy’deki sinemaların yerleri olmuştu. İstanbul’da ilk izlediğim film Mel Gibson’un yorumladığı “Hamlet.”
İlk akılda kalan film bu mu?
Değil tabii ki. İlk aklımda kalan film, 1961’de Gottfried Reinhardt’ın çektiği “Town Without Pity” (İnsafsız Şehir). Dokuz yaşımda izlemiş ve çok sarsılmıştım. Bir Alman kasabası yakınındaki Amerikan üssünde görev yapan dört askerin, yüzmek üzere göle gelmiş olan bir kıza tecavüzünü anlatıyor. Çocuklara izletilmemesi gereken bir film aslında. Bende büyük bir etki yarattı. Hukuk, adalet sistemine, toplumsal örf ve adetlerin küçük yerlerde hukuk sürecini de etkileyen ve yozlaştıran bir güce sahip olduğuna ilişkin ilk izlenimlerimi böyle edindim diyebilirim. Kirk Douglas da benim için o yüzden hep özel bir yere sahip olmuştur; skerlerin avukatını  oynuyordu. Sonunda askerler cezalandırıldı ama kıza, kasaba halkının tanıklarından derlenen çirkin ithamlarda bulunuldu ve kız intihar etti. Bardağı taşıran son damla kasabalı erkeklerin “Yüzmeye mi gidiyorsun Karen” demesi. O cümlenin tiksindirici etkisi hala tüylerimi ürpertir.
Aynı zamanda okuyan da bir çocuktan bahsediyoruz değil mi?
Evet. Charles Dickens’in “İki Şehrin Hikayesi”ni, “Sefiller”i, belli başlı klasikleri bayağı erken yaşlarda okudum. Reşat Nuri Güntekin’in, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın, Peyami Safa’nın bütün kitaplarını okumuştum. Ahmet Hamdi Tanpınar, Oğuz Atay, Gonçarov, Hermann Hess, Stefan Zweig kitaplarını  kuduğumda ise artık derin bir kıskançlık duyuyordum.
Yazma merakınız ne zaman ortaya çıktı?
Günlük tutarak ve okulda yazdığım kompozisyonlarla. Sarıkamış gezisinin ardından bir kompozisyon yazmıştım; Ani harabeleri, İshak Paşa Sarayı’yla ilgili. Öğretmenim izlenimlerimin güçlü olduğunu söyleyip beni  yazmaya teşvik etti. Denemeler yazmaya çalışıyordum.
Bu ne zaman ete kemiğe büründü?
1994’te. Yazının kalemin içinden geçen bir meslek arayışıyla başladı. Hukuk okurken de önümde bulunan kanun maddesinin ardındaki düşünce seyrini merak eden bir insandım. Bir konuyla ilgili adalet tasavvurunun nasıl gelişmeler sonucunda ortaya çıktığıyla ilgiliydim. Gazetecilik bir adım olduysa, bu süreç de yazarlığa taşıdı.
Nasıl anlaşıldı yazarlık meyliniz peki?
Kültür eleştirisine duyduğum merak... Çok film izleyen, mevzuyu doğru okuyabilen biri olduğumun fark edilmesiyle. Önceleri röportaj yapıyor, haber dosyaları hazırlıyordum ağırlıklı olarak. Yazmak ise film eleştirileri ile başladı. İhtiyaç üzerine doğdu aslında. Doğru zamanda doğru yerdeydim.
Sinema yazarken müstehcen konularda zorlandığınız oldu mu? “Türbanlı bir kadın bu konuyu yazamaz, muhafazakâr kesim bunu irdelemez” önyargısıyla karşılaştınız mı?
Doğru üslupla, doğru bir hareket noktasından hareket eden bir yazının tepki gördüğüne şahit olmadım. Müstehcenlik iç gıcıklayıcı olmanın ötesinde bir anlama tekabül etmediği sürece benim için de çok anlamlı değil. Sinemanın görsel bir sanat olduğu doğru ama gösteriyormuş gibi yaparken gizleyen, bazen göstermek yerine sezdirebilen bir sanat olduğuna da inanıyorum. Nasıl üzgün olan bir adamın yüzünü seyirciye dönüp “Ne kadar üzgünüm” demesi gerekmiyorsa, iki karakterin arasında cinsel ilişki olduğunu anlamak için yaptıkları  şeyin perdede “görünmesi” gerekmiyor. Buna çok da saygı duymuyorum. Bir anlamı olmadığı sürece müstehcenlik rahatsız edici, izleyicinin cinsellik, mahremiyetle ilgili algı ayarlarıyla oynayan bir şey.
Bunu tercih eden yönetmenlere tavrınız ne peki? Mesela Tinto Brass?
Açık değilim. Çünkü tam da bu şeyi yapıyor. Cinsellikle ilgili bir evren kuruyor. Haz verme amacı taşıyor. Benim sanata bakış ve algılamamda haz ilk planda ve saygı duyduğum bir şey değil. Ama bu bütün Tinto Brass filmleri yakılsın anlamına gelmiyor. Dini film diyebileceğim birtakım filmlerde de çok müstehcenlik var, mesela Neil Jordan’ın “End of The Affair”i. Yasak ilişki yaşayan bir kadın ve adamın hikayesini anlatıyor. Kadın ölümcül bir hastalığa yakalandığında ilahi adaletin tecelli ettiğini düşünüp teslimiyetle inancını tazelerken, adam  sevdiği kadının başına gelen bu hadise nedeniyle nefretle Tanrı’yı buluyor. Çok güzel bir filmdi bana göre.  Sinemaya gittiğimde utanmak, bir gram bal için bir çuval keçiboynuzu kemirmek istemiyorum Ama bazen buna
değdiği de oluyor.

22 Ekim 2010

Andrew Finkel: Bu Ülke İnsanı İstikrarsızlık Müptelası Yapar

Dünyada esen Obama fırtınası Türkiye’ye de uğradı. Ziyaret en ince detaylarıyla değerlendirilirken, biz de 1990’dan beri Türkiye’de yaşayan gazeteci yazar Andrew Finkel’la buluştuk. Finkel’a göre, oyunbozanlığa alışan Türkiye’nin “sempatik” Obama’yla işi zor. 20 yıldır Türkiye’den kopamayan Finkel, bunu Türkiye’nin insanı “istikrarsızlık junkie”si yapmasına bağlıyorç

Geçen haftaya Obama’nın ziyareti damgasını vurdu, siz bu ziyareti nasıl değerlendiriyorsunuz?
Obama’nın tarzı Bush’tan farklı. Türkiye’yi İslam dünyasında “temsilci” olarak kullanmak istemiyor. Bu metafordan herkes çok sıkıldı.İslam dünyası bir safari park gibi. Türkiye en sağlam noktası. Safari parkta bir jip gibi. Bush çok uğursuz bir laf kullanıp, “Haçlı Seferleri”nden bahsetti. Bunu pek isteyerek, anlayarak kullanmadı ama zarar verdi. Obama geldi, Haçlı Seferi bitti. Obama, hem Türkiye’yi İslam dünyasının temsilcisi olarak kullanmak istemiyor hem de Türkiye’ye gelince “İslam dünyasıyla savaşımız yok” mesajını veriyor. Biraz denge kurmaya çalışıyor. Sokaktaki insanda gördüğüme göre, bu başarılı bir mesajdı. Herkeste, “Ne kadar hoş, bize savaş ilan etmiyor” havası vardı. Türkiye’den gittikten sonra Irak’a gitmesi de tesadüf değildi. “Bizim İslam dünyasına ilgimiz, burada çıkarımız var ma işgalci olarak değil, eve dönüyoruz” mesajıydı. Zeytin dalı uzattı. Türkiye’de ABD karşıtlığı, Irak müdahalesiyle daha da yükseldi. Türkiye’de ABD karşıtlığı biraz acayip hale geldi. Metal Fırtına gibi kitaplarla kan davasına dönüştü. Bir fobi oluştu. Obama “Sakin ol, biz senin düşmanın değiliz” mesajını verince, Türkiye şaşırdı. Clinton geldiğinde de bebek sevmişti. ABD politikacılarının kullandığı bu en eski numara, Türkiye’de çok başarılı oldu. Zaten ABD’ye karşı patolojik bir tepki yoktu, Obama’yla yumuşama oldu.
Özal döneminde başlayan “ABD stratejik ortağımızdır” düşüncesi, geçen süre zarfında nasıl değişti?
Türkiye kendi geleceğinden sorumlu olmak istemiyor. Küçük kızlar oyun oynarken kapıların zillerini çalıp kaçarken yakalanınca havayı işaret edip “O yaptı” derler ya, Türkiye de biraz öyle. Sorun olunca, ABD’yi işaret edip, “Biz yapmadık, o yaptı” diyor. Tabii Bush Türkiye için biraz lüks oldu. Sekiz sene “O yaptı” diyebilirdik. Sevimsiz bir ABD’ye alıştı Türkiye. Obama iş başında şimdi, sevimli, Türkiye ne yapacağını şaşıracak. “O yaptı” diyemez. Obama mecliste konuşmaya başlayınca, Baykal’ın, Erdoğan’ın suratı değişti. Obama biraz oyunu bozuyor.
Dışarıdan bakınca Türkiye stratejik öneme sahip bir köprü gibi görünüyor mu? 
Türkiye’de “Stratejik önemim var” düşüncesi var ama aynı zamanda bu stratejik öneme her an zarar verebiliriz” korkusu da var. Bush zamanında bu korku altüst oldu, çünkü Bush Türkiye’den daha deliydi. Şuna benziyor; oyun oynamak için nefesini morarana kadar tutan çocuk bir bakar ki, büyükler de nefesini tutmuş. Bush Türkiye’den daha istikrarsız, güvenilmez bir adamdı. Böyle bir adamla karşı karşıyayken nasıl bir stratejik öneminiz olabilir? Bush resmen bir deli. Dünya Bush döneminde ABD’nin ne yapabileceğini hiç anlamadı; niye Irak’ı işgal etti, hâlâ anlamadı.
Rassmussen’a karşı çıkılırken sunulan argümanlardan biri “karikatür krizi”ydi. Bu anlamda Türkiye, AB’den vazgeçmezken, İslam dünyasına göz kırpmış mı oldu?
Türkiye sert çıksaydı, Türkiye’nin İslam dünyasının temsilciliğini istediği düşünülebilirdi. Çok sert çıkmadı, “Biz kabul etmiyoruz ama siz çok istiyorsanız olsun” dedi. Bu anlamda iyi bir mesaj verdi. Aslında İslam dünyasıyla uzlaşma mesajı oluyor. Rasmussen’a göre, İslam dünyasına karşı bir hakaret yok, o bu krizi ifade özgürlüğünün
engellenmeye çalışılması olarak algılıyor. Danimarka bu konuda biraz iki yüzlü çünkü ifade özgürlüğü orada da tam özgür değil. Benim en çok endişe duyduğum, bizim Batı’nın özgür dünyasını savunan adamın, Rasmussen’ın burada banyoya girince kolunu kırmış olması. Kolunu kırmadan banyoya bile giremiyor, bu bende biraz endişe yarattı...
Son seçimlerde, AKP yine birinci parti oldu, bu sonucu nasıl yorumluyorsunuz?
Başlangıçtan beri İslam partilerine bakarsanız, Refah, Saadet, Ak Parti, hepsi daha merkezî bir İslamda. Seçimler nereden kazanılıyor? Merkezden. Tabii laik kesimin korktuğu şey merkezin değişmesi. Partiler de değişiyor, Türk halkı da. Herkes hakikaten daha çok başörtüsü mü takıyor, yoksa başörtüsü olanlar daha çok mu dışarı çıkıyor artık? Bence kamu alanı değişti Türkiye’de. Buna biraz alışması lazım insanların. Metropol Kamuoyu Yoklama’dan Özer Sencer, Erdoğan’ın Davos çıkışından sonra AKP’nin 10 puan yükseldiğini, Madrid’de Medeniyetler İttifakı Buluşması’nda “Başörtüsünü siyasi simge olarak takmayı suç kabul edebilir misiniz? sorusunun ardından 10 puan düştüğünü söyledi. Türk seçmenler başka ülkelerdeki seçmenler gibi değil, istikrar, rahat bir gelecek arıyor. Şimdi bir ekonomik kriz ortasındayız. İngiltere’de her gün manşet kriz, burada da kriz önemli de, manşete çıkmıyor. Kriz olmasına rağmen genel seçimler olsa yine hükümet iktidarı alacaktı. İngiltere’de Fransa’da partiler bu kadar başarılı olsa çok sevinirdi, hem kriz ortasında olacaksınız, hem oy kaybetmeyeceksiniz.
Türkiyeli seçmeni ekonomik gerekçeler etkilemiyor diyorsunuz...
Mutlaka etkiledi. Mesela yolsuzluk, çok önemli bir siyasi mesele değil ama kriz olunca sorun. İşler iyi gidince insanlar yolsuzluğa pek bakmıyor ama kötü gidince... Kriz ortasında bir seçim kazanmak alay edilecek bir şey değil. Ama 89’daki yerel seçimi hatırlıyorum, o zaman ANAP Ak Parti gibiydi, merkezi işgal ediyordu. Marttaki sonuçlara akarsanız, ANAP yüzde 10 almadı. İmparatorun yükselişi, düşüşü gibi. Parti aşağıya düştüğü zaman dibine kadar düşecek. CHP ise alıştı muhalefete.
Türkiye’ye ilk geldiğiniz zaman, dikkatinizi en çok ne çekmişti? Mustafa Kemal Atatürk büstlerinin bolluğuna dikkat ettiniz mi mesela?
Dışarıda Kemalizm diye bir şey yok. 1920’lerde, 1930’larda ön plana çıkmış, önemli, zeki, Türkiye’yi bu hale getiren bir siyasi lider olarak hatırlanıyor. Kemalizm sonradan yapılmış bir kavram. Artık gerçekçi bir maske değil, bayatladı. 80’li yıllarda geldiğimde bir dükkân vardı Ankara’da, hem organları gösteren bir vücut heykeli hem Atatürk büstü vardı çok şaşırmıştım. Sonra o zaman Atatürk’ün doğumunun 100. yılıydı. Her yerde 100 yıl, 100 yıl, 100 yıl. Ertesi yıl o 100 yıl afişlerini, büstlerini ne yapacaklarını şaşırmışlardı. 80’lerde Türkiye’yi nasıl hatırlıyorsunuz? Hep karanlık aklıma geliyor. Işık yoktu mesela. Para yoktu, lambalar yoktu sokaklarda. Anadolu yakasından bakınca karşısı, Sarayburnu kapkaranlıktı. Bir gün baktım Sarayburnu’na gece. Topkapı’nın ışıklandırıldığını fark ettim, çok şaşırdım. O zaman Broadway gibi değildi İstiklal Caddesi, çok karanlıktı. Aklımda en çok o kalmış. Darbe bazı kişilere nefes aldırdı, bazı kişileri de içeri aldı. Demokrasi kurumsallaşmak için zaman ister. İnsanların alışması gerekir. Gene de idare etti Türkiye. Bir siyasi partide çalışıyorsunuz ve biliyorsunuz sizden önceki bütün partiler kapatılmış. Bu travmayla siyaset yapmak zor.
Türkiye’de yaşamayı nasıl tanımlarsınız?
Türkiye hızlı değişen bir memleket, pencerenizde bir gün gördüğünüz manzara bir daha olmuyor. Bu değişime alışıyorsunuz, Türkiye’de oturmak için bir sebep oluyor. İstikrarsızlık bağımlısı oluyorsunuz. Sakinlik isterseniz, burada yaşamayacaksınız, Rasmussen’ın ülkesi Danimarka’ya gideceksiniz.
Geldiniz geleli İstanbul’da ne değişti?
İstanbul nostaljinin haini. Benim ilk tanıdığım İstanbul yok. 70’li, 80’li yıllarda tanıdığım İstanbul da yok, 90’lı yılların kalıntıları var. Ben ilk geldiğim zaman İstanbul Türkiye’ye benzemiyordu. Kendi kimliği vardı. Ama artık İstanbul Türkiye’den farklı bir şehir, Türkiye’yi temsil eden bir şehir oldu. Gene de biraz nostalji var.
İstanbul 2010 Kültür Başkenti olmaya uygun bir şehir mi?
Bu çok büyük rezalet oldu. Çok endişe duyuyorum çünkü bir daha sanata bu kadar para ayrılmaz. Ve bu kadar para boşuna harcandı. 2010’un kültürel bir vizyon vermesi lazım İstanbul’a. Burada herkesin hatası var. Biraz hayal etmek gerekiyor, bunun için de yol gösterilmesi gerekiyor. İstanbul’da oturanların çoğu İstanbul’da doğmamış. Siz doğmadan İstanbul’da başka bir şey yok muydu? Elbette vardı. Ona saygınız yok mu? Tabii ki var. Belki eski İstanbul kalmadı ama mevcut İstanbul’la idare etmemiz lazım ve bunu yapmak için İstanbullu aramak hata.
Ergenekon operasyonu Türkiye’nin geçmişiyle yüzleşmesini sağlayabilecek mi?
Türkiye’de Güneydoğu daha yavaş yaşıyor. Sadece TRT Şeş’i açarak, bu sorun çözülmüyor. Türkiye’ye ilk geldiğimiz 90’lı yıllarda her hafta Güneydoğu’daydık. Kirli savaş dönemiydi. Tarihle yüzleşme çok önemli. Ergenekon bir türlü bitmiyor ve Kürt tarafı henüz açılmadı. Ergenekon’un en büyük kaynağı kirli savaş. Onu çözmeden bu sorun çözülmez. Ergenekon operasyonundan önce Fikri Karadağ’la görüşmüştüm. Hangi dünyada olduğumu şaşırdım. Faşist bir parodi gibi. Herkes takım elbise giymiş, Özbek takıları takmış. Fikri Karadağ kral gibi. Onun yardımcısı eski taksi şoförü, dünyanın en mutsuz adamı, başının üstünde “Ne mutlu Türküm diyene” yazıyor ama bu kadar mutsuz adam hiç görmedim hayatımda. O zaman 301 büyük bir sorundu, Türklüğün ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Sonunda “Muhammed Türk müydü?” dedim, “Elbette” dedi. Ciddiye almak biraz zordu. Türkiye’yi nasıl yönetecekti bu darbeciler? Levent Kırca’nın parodisi gibi, darbe olmuş ama bin tane radyo istasyonu var hangisini işgal edeceksin? Türkiye’de provokasyon yaptırmak isteseydim, kolay olurdu. İslamcı mı yaptı, asker mi öldürdü, faşist mi öldürdü? Artık darbeci olmak zor Türkiye’de çünkü kimse hiçbir şeye inanmıyor ama bu şaka değil, çünkü Hrant Dink öldürüldü.
Türkiye’de neredeyse 20 yıldır medyanın içindesiniz. Buradaki medyanın yurtdışından farkları neler?
Yurtdışındaki arkadaşlarım iş arıyor şimdi, çünkü eski geleneksel medya yok. İyi haber yazmak, heykeltıraşlık gibi görülüyor. Eski moda. Bütün saygıdeğer azeteler kapanıyor ABD’de. Türkiye’de tersine, açılıyor. Ama saygıdeğer değiller. Çünkü patronları gazeteyi siyasi torpil olarak görüyor. Doğan Medya’nın başına gelenler biraz şaşırtıcı. Biz aile olarak Doğan Medya’yı fazla sevmiyoruz. Hürriyet’e karşı tazminat davası açıp kazandı eşim mesela. Şimdi herşeye rağmen sempati duyuyorum onlara. Çünkü belki vergi kaçakçılığı yaptılar ama hükümete destek veren gazetelerle eşit durumda değiller. Masum demiyorum ama tek suçlu da değil.

Alper Taş: Sosyalistler AKP'den Tabanlarını Geri Almalı...

Sola yeni bir nefes için 1996’da yola çıkan ÖDP’de Şubat ayında yol ayrımı yaşandı. İstanbul Milletvekili Ufuk Uras’ın ardından seçilen yeni başkan Alper Taş, İmam Hatip’te okumasına rağmen Karadeniz’in 80 öncesi politik ortamına bulaşan bir isim. “Solu halkın inancıyla barıştırma” düşüncesiyle yola çıkan Taş’la, uhrevi inançtan dünyevi inanca yolculuğunu, biraz da solu içine katarak konuştuk...

Rize’nin Pazar ilçesinde doğmuşsunuz...
Rize’nin Pazar ilçesi küçük bir yer. Babam Çaykur’da işçiydi. Bizim yörenin insanları zaten hep Çaykur’da çalışır. Babam namazında niyazında bir insan. Şimdi emekli. Annem çay dışında ev işleriyle uğraşır. Beş kardeşiz. Dindar bir aileden olduğum için önce Kuran kursu hayatım oldu. Biz de çocukken çay toplamaya yardımcı olurduk. Çocukluğumuz Kuran kursu, çay ve futbolla geçti. Hayat küçük yerlerde futbol üzerine kuruludur. Üniversiteye kadar Pazar Spor’da oynadım. Üniversiteye geldiğimde Okmeydanı’nda devam etmeye çalıştım, okulla yürümedi. Lise 2’ye kadar İmam Hatip’te okudum, lise 2’den sonra düz liseye geçtim. Düz liseye geçtiğinizde size okuduğunuz sınıfı bir daha okutuyorlar, bir daha okudum ikinci sınıfı. Sonra birinci tercihimle Basın Yayın Yüksek Okulu’nu kazandım 1985’te. Orada da öğrenci hareketinin içine katıldım. Öğrenci hareketinin 80 sonrası yoğun olduğu bir dönemdi. Üç kez tutuklandım üçer dörder aylık sürelerle. En son 1 Aralık İşgali diye geçer, faşistlerin saldırısına karşı biz de kendimizi savunmuştuk, o davadan yattım cezaevinde. 
Karadeniz 12 Eylül öncesi ciddi anlamda solun örgütlendiği bir yer. Mesela 12 Eylül’ü habercisi sayılan Nokta Operasyonu. O dönemleri nasıl hatırlıyorsunuz...
Fındıklı, Ardaşen, Pazar hattı Devrimci Yol’un etkin olduğu bir yerdi. Çay üreticileri eylemleri, yürüyüşler, mitingler... Doğal olarak politikleşme ortamındaydık. Babam o zaman Adalet Partili’ydi. Adalet Partisi saflarında bayağı uğraşıyordu. Hep Tercüman Gazetesi alırdık, o politikleşmemde çok etkili oldu. Babamın gözleri çok iyi görmediği için gazeteyi bana okuttururdu. Nazlı Ilıcak, Rauf Tamer, Ahmet Kabaklı oranın büyük yazarlarıydı. Cumhuriyet’te Uğur Mumcu varsa, sağ kanatta Nazlı Ilıcak vardı, siyasette onların kapışmaları belirleyici olurdu. O zaman Tercüman okuya okuya tersinden politik bilinç geliştirdim. Devrimcilere dair çok olumsuz propagandalar vardı. İlgi duymaya başladım.
Sizinki hakkı yenenin yanında olma isteği mi?
Niye bu kadar kötülendiğini anlamaya çalıştım. Fatsa sürecinde çok olumsuz propaganda yaptılar. Bir yanda da Dev Genç’i görüyorsun. İmam Hatip’te öğrencisin. Ailelerimiz dindar olduğu için, “Oğullarımız fenden matematikten geri kalmasınlar ama maneviyattan da vazgeçmesinler, zaten maneviyat bunalımı var” diyerek bizi oraya gönderdiler. O zaman “Maneviyat bunalımı” denirdi, komünistlerin dini imanı yok edeceği düşünülürdü. Yoksulduk. Mazlumdan yana olma düşüncemiz vardı. Din bunu tamamlıyordu. “Yetim hakkı yememek, komşusu tokken aç yatmamak gerek” diyorduk. Ama toplumsal hayata bakıyorsun saflaşmada bir devrimciler bir MHP’liler var. MHP’lilerin son derece lümpen bir kültürü vardı. Siyasal İslamcıların kendilerini anlamlandıracak hayat tarzları yoktu o zaman. Devrimciler başka bir hayatı temsil ediyorlardı. Paylaşmacı, dayanışmacılardı. Bizim orda “meci” derler, imeceler kuruyorlardı. Devrimciler o kültürü yarattığı için onlarla politik bir bağ kurdum.
Aileniz politikleşmenize nasıl tepki gösterdi?
Anneler zaten hep çocuklarının yanındadır, elde var bir. Babam önce biraz “Nedir, ne değildir?” diye düşündü. Ama kuruluşundan bu yana ÖDP’ye oy veriyor. Bizi gördü, arkadaşlarımızı gördü. Sadece “İyisiniz hoşsunuz bir de namaz kılsanız alır götürürsünüz memleketi” diye takılıyor. İnsanlar partileri değerlendirirken ne önerdiğinden daha çok, din, iman gibi iölçütleri dikkate alıyor. Biz de bunu görmeyen, yani halkın sosyal, kültürel gerçekliğini dikkate almayan bir yerden devrimci siyasetin geliştirilemeyeceğini düşünüyoruz. İnsanlar sadece maddi değil, manevi anlamda da yoksullaşıyorlar. Kendi hayatlarını anlamlandırabilecek bir şeye sarılma ihtiyacındalar. Sosyalist hareket sadece ekonomik yoksulluğunu ele almamalı, manevi yoksulluğunu da gözetmeli. Eskiden devrimciler hayata dair bir anlam sunuyorlardı. Sosyalizm bir anlam dünyasıydı. Kaybettiğimiz bu. İnsanların hayatını anlamlı kılabilmek bugün sosyalistlerin işidir. Biz insanları maddi ve manevi olarak zenginleştirmek zorundayız.
Siz sonrasında ateist mi oldunuz?
Lise 2’ye kadar namaz kıldım, ondan sonra kılmadım.
“Sosyalizm bir anlam dünyasıydı” dediniz  ya, artık sol daha uzlaşılmaz ve uzak mı görülüyor?
Solu çok ezdiler, gülünü soldurdular, çok yüklendiler. Kolay değil. Sol aslında zenginlik, yaratıcılık demek. Bu tür değerleri taşımak için de inançlı olmak gerekiyor. Devlet inançsızlığa karşı da eşit mesafede bulunmalı. “Ben inançsızım” diye bu memlekette dolaşıp kendi fikirlerinizi aktarma konusunda ciddi sıkıntılar yaşarsınız. Maneviyat meselesi sadece Tanrı’ya inanıp inanmama meselesine oturtulabilecek bir mesele değil, bir değerler bütünü. Bu çok önemli. Devrimcilerin önemli bir kısmının öbür dünya inancı yok ama hayatı öyle bir anlamlandırmışlar ki, öteki dünyaya inanmamalarına rağmen ölümlerde bu kadar inançlı olabiliyorlar. Ölümü kutsadığım için söylemiyorum. Bunu çok önemli buluyorum.
“İstemez vaat etmeyin cenneti bize, dünya cennet olacak ellerimizde” der ya, siz öbür dünya için inanmayı bırakıp dünyanın cennet olacağına inandığınızda nasıl bir hayat gördünüz?
İşte maneviyat meselesi bu. Devrimcilik öyle bir şey ki, başka türlü mutlu olamıyorsunuz. Başkalarının acılarına ortak olamıyorsanız, devrimci olamazsınız. Devrimciler başka türlü yaşayamadıkları, mutlu olamadıkları için bu mücadeleyi bu kadar geliştiriyorlar. Çeşit çeşit olanakları varken, onları bir kenara koyup halk için mücadeleyi göze almalarının nedeni, hayatı kavrayışları.
ÖDP kurulduğu 1996’da sol hareket için bir umut olarak görülüyordu, 2009’daysa ayrışma yaşadınız. O umut bir mecraya vardı mı?
Gelinen aşamada o umudun karşılığını bulduğunu söylemek doğru değil. Çok önemli hamleler de yaptı ÖDP, hakkını yememek lazım. Sosyalist hareketin 2009 yılına gelene kadar atılmış adımlarının önemli kısmı ÖDP’den geldi. Fakat bu hamleleri toplumsal güce dönüştüremedi. ÖDP’nin altında bir çiftçi, gençlik, öğrenci, kadın, işçi hareketi olamadı. Kimse ayrılık istemez, nihayetinde arkadaşlarından ayrılıyorsun. Ama bizim açımızdan ÖDP eskisinden daha zengin, daha üretken, daha yoksulların, işsizlerin içinde bir güç haline dönüşebilir.
Koşullar buna elverir mi?
Biz o zaman rüzgâra karşı yürüyorduk. Sosyalizm deyince önümüze SSCB’den gelen Rus kadınlarını  getiriyorlardı. Tarihin sonu bitti, yeni bir arayışa gerek yok düşüncesi pompalandı. Şimdi kapitalizm sorgulanıyor. Marx yeniden keşfediliyor. O yüzden sosyalizme dair değerleri geliştirebilmenin koşulları daha elverişli. Ya sosyalizm ya barbarlık aşamasından, ya insanlık ya barbarlık seviyesine gelmiş durumdayız. AKP uluslararası sermayeye dayanarak güçlendi. Refah Partisi Türkiye’yi İslam Ortak Pazarı eksenine çekmeye çalışıyordu, AKP’yle o gücü değiştirdiler. Yoksa onlar çok zeki, çok yetenekli de, memleketin solcuları çok yeteneksiz değil.
Türkiye’de TİP’ten sonra ilk defa ittifakların kurulmasıyla sosyalist milletvekilleri de Meclis’e girmeyi başarabildi...
1960’larda TİP 15 tane milletvekilini kendi toplumsal güçlerine dayanarak Meclis’e soktu. Son seçimlerde kendi toplumsal güçlerine dayanarak milletvekili sokmadılar. Küçümsemek için söylemiyorum. Elbette insanlar seçildi ama sosyalist hareketin etkisizliğini ortadan kaldıracak bir tablo yaratmadı. Kürt hareketinin toplumsal gücüyle girildi parlamentoya. Bizim tahayyülümüz o kadar dar bir şey değil. Bu memlekette herkesin kendine ait bir toplumsallığı var, sosyalistlerin yok. Kısa vadeli, biraz beleşçi yaklaşımlardan uzak durup, kendi gerçekliğimize uygun çabaların içinde olmayı önemsiyoruz.
Sol Ergenekon sürecine müdahil olabildi mi?
Solun müdahil olma zemini yok. Ergenekon AKP’ye kapatma davası açıldıktan sonra derinleşti. Devlet içinde iktidar kavgası var. Burada bir ekip tasfiye ediliyor. Yeni güçler AKP eliyle temsil ediliyor. Sosyalist hareket esas mücadele zeminini neyin üzerine kuracak? Tartışma bu. Çözülen düzenin yanında zinhar değiliz, yeni bir piyasa rejiminin üzerine mi kuracağız? AKP’ye karşı mücadelenin eski cuntacılık özentileriyle sürdürülmesi doğru değil. 28 Şubat’ı kimler yaptıysa Ergenekon’u da onların yaptığını düşünüyoruz. Son kullanma tarihi geçmiş olanların tasfiyesine dönük bir operasyon. Burada büyük bir demokrasi gerçekleşiyor yanılgısına düşmek bizim için hata olurdu. Biz bu yanılgıya düşmedik. Yeni bir şey kuruluyor da iyi bir şey mi kuruluyor?
Burada pragmatist bir bakış olamaz mı?
Tabii canım, biz Veli Küçük’lerin yargılanmasından niye rahatsız olalım. Veli Küçük’ler yargılansın zaten. Ama burada başka bir şey de var, esas olarak darbeciler var. onlar ortada duruyor. Sosyalistlere devrimcileri destekliyor demek kadar ayıp bir şey yok. Türkiye sosyalist hareketinin tarihi darbecilerle mücadele tarihidir.
12 Eylül nasıl geldi Karadeniz’e?
Çok sert. 12 Eylül’ün en çok vurduğu, tahribat yarattığı yerler var Karadeniz’de. Özellikle Artvin Şavsat hattında çok ezdi. Öne çıkan yer zaten Fatsa’ydı. “Memleket Fatsa olurdu” diye bir sözü vardı ya Demirel’in. Keşke memleket Fatsa olsaydı. 
Bugün Karadeniz, Ogün Samast, Erhan Tuncel’le anılıyor...
Bu değişim 12 Eylül’le tarif edilebilir. Çünkü, 12 Eylül başka bir tahribat yarattı orada. İnsanlar kentlere göç etmek zorunda kaldı. Milliyetçi damar, Kürt çatışmasının yarattığı ölümler, işsizlik, yoksulluk Trabzon gibi bir vakayı yarattı. Türkiye toplumunun sonucudur Trabzon. Ogün Samast kendiliğinden doğmadı. Kadınlar denize girerdi, bırak kadınları erkekler denize giremiyor şimdi. Hem muhafazakârlaşma arttı, hem de öyle bir çevre kıyımı tahribatı var...
Sizin lise 2’ye kadar okuduğunuz İmam Hatipler, '80 sonrası politikleşmenin merkezlerinden biri olarak görüldü...
Bizler nelerden etkileniyorsak İmam Hatipliler de onlardan etkileniyor. Büyük bir anlam kargaşası içerisindeler. Mesela ben bizim arkadaşlara “İmam Hatipleri ihmal etmeyin” diyorum. Orası vazgeçilmiş, bırakılmış bir alan değil. Oradaki gençlerin soruları, düz lisedeki gençlerin sorularından daha fazla ve daha devrimci. O sorulara iyi bir yanıt verir, anlamlı yanıtlar üretebilirseniz, İmam Hatipli öğrencilerin kendilerini sol bir eksende tanımlamaları mümkün olur. İmam Hatip çelişkileri barındıran bir okuldur. Öğrencileri çelişkileri düz lisedeki öğrencilerden daha fazla yaşarlar. Kendi iradeleriyle gitmezler çünkü okula. Beni oraya babam gönderdi, kendi isteğimle gitmedim ama itiraz da etmedim. İnsanları ak ve kara diye ayırmak çok doğru değil. İmam Hatip de o dönem politikleşmeden nasibini alan yerlerdendi. Okulda okuduğun hayatla, dışarıdaki hayat arasında çelişki vardı. Bir de o dönem itibarlı okullar değildi. Şimdi bir ayrıcalığı var doğrusu. İmam Hatiplilerin çelişkileri daha fazla.
Bu dediklerinizin her birini yaparsınız, AKP’nin tabanına talip misiniz?
AKP tabanını oraya ömür billâh mukavele yapmış bir taban olarak görmüyoruz. Dayandığı dinamikler 80  öncesi devrimcilerin gecekondularda, mahallelerde örgütlediği insanlar. AKP’nin tabanını çekebileceğimizi düşünüyoruz. Bizim açımızdan en önemli problem bu tabanın bir kısmının inanç hayatının olması. Bu hayatla devrimciler arasında bir mesafe var. Bu mesafeyi nasıl gidereceğiz, onların hayatına uygun bir tarz nasıl kuracağız? İnanç ve kültürlere verdiğimiz yanıtlar boşlukta kaldığı için insanlar sağ partilerde yer alıyorlar. Önümüzdeki dönemde mücadeleyi siyasal İslam ve onun türevi olan AKP ile onun temsil ettiği değerlere karşı, yeni bir değerler mücadelesi geliştireceğiz. Biz siyasal İslam’a karşılık veremeyiz, günlük hayatın siyasal İslam kuralları ile yönetilmesi durumuyla barışık olmamız mümkün değil.
Şöyle sorayım, türbanı yüzünden üniversiteye giremeyen kızlara sağ partiler çeşitli vaatlerde bulunuyor, ÖDP’nin vaadi ne?
Bu konuda kadınlardan daha fazla erkekler konuşuyor. Birçok devrimcinin de annesi örtülü ama dinin siyasallaştırılması insanlarda tedirginlik yarattı. Üniversitenin özgür bir yer olması gerektiğini düşündüğümüz için türban yasağını doğru bulmuyoruz. Biz inanç sahibi insanlarla barışık bir hayat kurarız, o insanların inançlarını yaşamasının güvencesi de oluruz. Bizim mücadele edeceğimiz alan, dini sömürünün bir parçası haline getirenler. Yoksa insanların dinleriyle, dilleriyle bir problemimiz yok. “Dil farklı bilmeyiz, din farkı bilmeyiz, sanki doğduk bir anadan.” Şu anda AKP’nin yarattığı tabloya bakar mısın? Para olmuş bütün değerleri. Sömürü gırla.  Sömürüyü din kardeşliği ekseninde örüyorlar. Zenginlerin İslamı, yoksulların İslamı ayrımı yavaş yavaş ortaya çıkıyor.
Merkez sağda bölünme yaşanınca Refah Yol’dan kopup AKP gibi güçlü partiler ortaya çıkarken, sola baktığımızda ayrılan partiler küçülüyor...
AKP birden bire ortaya çıkmadı ki. Milli Nizam Partisi’nden gelen geleneğin üzerine oturdu. Siyasetin toplumlaşmasının gereklerini biz yerine getiremedik. Bir de seçimlere endeksli bir parti olmamasına rağmen ÖDP’ye büyük misyon biçildi. 28 Şubat sürecinden bu yana sol daha da zayıflatıldı. Kendi iç krizimizi aşamadık

Alin Taşçıyan: Altın Portakal Panayırdan Farksız

Antalya Altın Portakal Film Festivali başladı, tüm film endüstrisi oraya koştu. Biz de Antalya yerine Frankfurt Kitap Fuarı’na gitmeyi tercih eden sinema eleştirmeni Alin Taşçıyan ‘a gittik, kararının nedenini sorduk   “Festival hâlâ panayır havasından çıkamadı” diye başladı, “Kıllı ve kaşı bitişik insanlarla dalga geçen Recep İvedik’i ırkçı buluyorum” diye bitirdi. Hrant Dink’in öldürülmesinden sonra umutsuzluğa kapılan, tehditleri görmezden gelen, Türk filmlerine bayılmasa da ilk aşkı Tarık Akan olan Taşçıyan kendini iki kimlikle tanımlıyor: Çevreci ve feminist...

-Sinema merakınız nasıl başladı?
Oldum olası gazeteci olmak istiyordum. 12 yaşında bir yazarlık hevesidir başladı. 13 yaşındayken eve kendi gazetemi almaya başladım; Cumhuriyet. 
-Cumhuriyet o yaşta ağır gelmemiş miydi?
Çok erken söktüm okumayı. Anneannem sağolsun, 3,5 yaşındayken öğretti. O zaman gazetecilik çok yüceymiş gibi görünürdü. Şimdi öyle görünmüyor, itiraf edeyim. Mesela Cumhuriyet gazetesini tamamen siyasi nedenlerden okuyamıyorum. Çok sevdiğim bir iki yazar var ama, Zeynep Oral, Işıl Özgentürk gibi. Türkiye’nin siyaseti tıkandıkça basını da tıkandı. İlk sıraya yazdığım okula girdim, mezun olur olmaz da, Milliyet Sanat’ta çalışmaya başladım, 16 yıl.
-Gazetecilik ilgisi çocukluktan, sinema ilgisi nerden? 
 Ben Arnavutköy’de büyüdüm. Bir kışlık, iki yazlık sinema vardı ben çocukken. Açık sinemalar garaj oldu, kışlık sinemanın olduğu bina uzun süre kapalı kaldı, sonra apartman haline geldi. Sinemaya giderek büyüdüm. Yaz akşamları sinemalardayız, kışın hafta sonu sinemadayız. Sinemayı sinemada seyrederek sevdim. Ondan sonra da bir tutku halini aldı. Tam 80’de 11 yaşındaydım. Yıl 82’i. 13 yaşındasınız. Gençsiniz bir şey yapmak istiyorsunuz, yapılacak hiçbir şey yok. Bir Şan Sineması, bir Emek Sineması, bir Konak Sineması bizi kurtaran yerlerdi. Video gelince önce gençlik filmlerini seyrettik, sonra yavaş yavaş Video Tek, Yedinci Sanat’tan kiraladığımız filmlerle sinemayı keşfettik. Derken sinema bayağı mesele olmaya başladı hayatımda. Atilla Dorsay okumaya başladım. Coppola’nın da çok emeği vardır. Tür sineması nedir, sinema nedir, kafama işleten odur. The Outsiders‘ı altı kere seyretmiştik arkadaşlarla. Lise sonda İstanbul Film Festivali’nin bütün filmlerine gittim. Ortaköy Kültür Merkezi’nin de hakkını vermeliyim. Haftada bir polis basar kapanırdı ama Potemkin Zırhlısı‘nı 35 milimetre orada izledim. Anayurt Oteli‘ni de. Ne yapabilirdik ki? Koskoca bir tatiliniz var, yüzüyorsunuz, güneşleniyorsunuz. Oyun çocuğu yaşınız da geçmiş. Muhabbet bir yere kadar. Bol bol video kiralayıp izliyorduk. Zaten okullarımız yeterince ağırdı. Beyoğlu Anadolu Lisesi’nde okuyordum. Sıkıcıydı, sabahtan akşama bütün gününü işgal eden bir okuldu. Gitseniz bir türlü gitmeseniz bir türlü.
-Yeşilçam’ın bittiği günlere yetişmişiniz. Hiç Türk filmi izler miydiniz?
Türk filmi hastası değildik ama ilk aşkım Tarık Akan tabii ki. İnci gibi dişleri vardı, o kadarını ayırt edebiliyordum. Yerli sinema hiç o kadar benim sevdiğim bir şey olmadı. “Aman da Yeşilçam”cılardan değilim. Hair’i seyretmeye gitmiştik annemle, 81’ mi, 82’ mi ne, “Ay benim çok sevdiğim müzikaldir” diye götürdü beni, öldüm bittim ben Hair’e. Ama o zaman Miloş Forman kim biliyor muyum ben? Birikim böyle bir şeydir ya. Tuğlayı koyarsınız, harcı sürersiniz.
-Ailenizin de sanata ilgisi var mı?
Var. Çok tutkun değiller, herkes kadar. Sinemaya da gidiyorlar, tiyatroya da. Galiba insanlar artık bezdi, bir de televizyon diye bir şey çıktı. Sıkılıyorlar, yapamıyorlar. Bir de Türkiye’de cehalet makbul oldu. Bir yandan da gelişme var. En son dans festivaline gittim, erkek dansçılar, kadın dansçılardan çok. Eskiden erkek dansçı mümkün değildi.
-Türkiye’de festivaller artmaya başladı. Kısa Film Festivali, Kadın Filmleri Festivali zaten sürmekte olan festivallere eklendi...
Bence festival meselesinde enflasyonist bir politika izliyoruz, haddinden fazla festival yapılıyor, iyi olanın hakkı verilmiyor. İyi olanın hakkını İstanbul’da veriyorsunuz, çünkü İstanbul Film Festivali artık İstanbul Kültür Sanat Vakfı gibi 35 yılını geride bırakmış bir kurum tarafından yapılıyor. 170 bin insan koştur koştur gidiyor. Dolayısıyla o hakkını lıyor ama bunun bedelini 35 senede ödedi. Onun dışında bakıyorsunuz, herkes senelerdir “Altın Portakal” diye inliyor. Ben de yaşım kemale erdiğinden beri Altın Portakal’a gidip geliyorum. Hâlâ panayır. Hep panayırdı. Yenilendiği zaman “Bir şey olacak” diye düşündük, ama hiç bir şey olmadı, o da gene eski haline döndü. Bir sürü yeni filmi gösteriyorlar. Antalyalılar için iyi bir şey bu. Ama yaptıkları kişilikli bir festival programı olmaktan uzak kalıyor. “Kimi bulursak getirtelim, herkes o geldi, bu geldi yazsın çizsin.” Tipik şöhretler geçidi yapılıyor. Akıl almaz açılışlar, kapanışlar...Devasa davetiyeler, kağıt israfı, politik şovlar... Öte yandan, bu ülkede 1995’ten beri Gezici Festival var. Ben hayatımda bu kadar etkili bir etkinlik daha görmedim. Gittikleri her şehri değiştirir ve dönüştürürler. Filmler kişilikli, tavizsiz, sadece festivallerde görebileceğiniz filmler. Dolayısıyla o festivale gitmeseniz çok şey kaçırırsınız. Antalya’nın programı Film Ekimi’ninkine çok yakın. Neredeyse hepsi sezonda izleyeceğimiz filmler. Gezici Festivale Kültür Bakanlığı’ndan özel sektörden yokmuş muamelesi yapılıyor. Niye illa havalı, dedikodulu, şunlu bunlu bir şey mi olması lazım? Niye biz gerçekten bir şeyin hakkını veremiyoruz? Üç trilyonun üçte biriyle de bu festival yapılabilir.Umarım skandalsız, tartışmasız olur. Kimse sonuçlara katlanamıyor. Çok büyük olaylar çıkıyor. Çok işlerin kişileştirilmesine tanık oluyoruz.
-Antalya Film Festivali’nin kökleşmesiyle de ilgili bir durum değil mi bu? Artık daha gösterişli olması bekleniyor herhalde...
Kabul edelim, bizim suçumuz. Medyanın suçu. Üç beş kişinin adını biliyoruz. Bir inceleme, bir keşif, bir katkıda bulunmak yok. Haber veriyoruz, kamuoyu yansıtıyoruz, kamuoyu oluşturuyoruz. Bu kamuoyunu da bir tek siyasi manipülasyonda kullanıyoruz. İş kültür sanata geldi mi yok. Angelina Jolie ile röportaj kimin ilgisini çeker? Senelerdir sinema yazarıyım, benim ilgimi çekmiyor. Kadının hamileliğiyle ilgili bütün ayrıntılar gözümüze sokulmuş. Onunla konuşsam nolur, konuşmasam nolur. Onun yerine isterim ki, önemli bir Kırgız yönetmen çıksın, onun hakkında konuşulsun.
-Niye festivalde değilsiniz?
Bu sene Frankfurt Kitap Fuarı’na gideceğim. 60. yılı ve Türkiye onur konuğu. Rakipsiz bir şey. Çok heyecanlıyım. Sadece kitap fuarı değil. Türkiye Cumhurbaşkanı gidiyor açılışa. Fuarın etrafında sergiler, konserler, filmler var. Türkiye tüm sanat potansiyeliyle dünyanın en önemli etkinliklerinden birinde ortada olacak. Bu çok çok önemli bir atılım Türkiye için. Sürekli kategorize ediliyoruz, bir de kültür sanatımızla kategori edilelim bakalım.
-Türk yönetmenlerde yurt dışında tanınmaya başladı... 
Sinema dünyasında modalar vardır. İran modası, Güney Kore modası, Arjantin, Brezilya, Meksika. Şu anda Türkiye moda. Ama niye? Birden bir ülkeden birbiri ardına iyi filmler çıkar. Herkes gözünü oraya çevirir. Biz de o dönem geldi ve o dönemin doruğundayız. Genç kuşak Türk sinemacılar ciddi başarılara imza atmaya başladılar. Ulusal filmler için bu sene çok şanslı bir sene. Üretim bu nicelikte giderse süper. Ulusal yarışmanın profiline başladığımızda, Pandora’nın Kutusu, yeni Altın İstiridye kazanmış. Üç Maymun Cannes’te En İyi Film seçildi. Erden Kıral ustalardan birisi, Hakkari’de Üç Mevsim’le Gümüş Ayı getirmiş biri. Şahane bir profil çıkmış durumda. Biz bu rüzgarı yakaladık. Ama serde film eleştirmenliği var ya, sokuşturmadan edemeyeceğim, şu an adını geçirdiğimiz filmlerin çoğu Frankfurt’ta yok. Beyaz Melek, Kabadayı falan var. Keşke önceden ısrar edilerek bu filmler de listede olsaydı diyorum mesela.
-Hrant Dink’in öldürülmesinden sonra Agos Dergisi’ne yazılarınızla destek verdiniz...
Bir iki şey yazdım ama daha çok Janet Barış’ın yazmasını teşvik ettim. Başta öyle konuşmuştuk zaten. O dönem Milliyet’te yeterince ağır çalışma temposundaydım. Benim de Agos’ta yazmamın Agos’a da, Ermeni toplumuna da katkısı olmayacaktı. Onun yerine gözüme kestirdiğim Janet Barış vardı. İstedim ki, onun yazmasını teşvik edeyim. İyi de bir şey oldu.
-Bu olay sizde nasıl bir etki yarattı?
O hayatta beni en çok üzen, kıran, bu ülkeyle ilgili herşeyi bir süre için bir yana bırakmama neden olan olaydır. İlk kez “Tamam artık çekip gidelim buradan” dedim. İlk kez kendimi vatansız hissettim. Herhalde bunu Ermeni olmasam da hissedecektim. Bir sürü Ermeni olmayan arkadaşım da böyle hissetti. O bir sil baştan noktasıydı. “Sıfırladık mı herşeyi” diye düşündüm. Esas mesele ırkçı nefretin havada varolması. Bugün bir Ermeni’ye, yarın bir Kürt’e yönelebilmesi. Dünyanın neresinde olursa olsun. Bunu ayırmamamız lazım.
-Hiç umutsuzluğa kapıldınız mı?
Kapıldım. Bir süre öyle gitti. Malatya Vakası, şu bu... Ama en fecisi Hrant Dink davasındaydı. Kurbanın ailesine avukatın hakaret ettiği bir ülkede Adalet Bakanı’nın tepki göstermesini beklerdim. Adalet böyle bir komedya olmamalı. Linç psikolojisini teşvik ediyoruz. Şu an meclis kürsüsünde başkan yardımcısı olarak oturan Meral Akşener “Ermeni dölü” diye hakaret edivermişti. Bundan daha feci ne olabilir ki?
-Peki tehditle karşılaştınız mı Ermeni kimliğiniz nedeniyle?
Oldu ama üzerinde durmak istemem. Herkesin başına gelir. Hepsi oldu, ama çok tersi de oldu. Bu yüzden çok da sevildim, çok da bağıra basıldım, kollandım. Öbürü beni çok kırıyor, kızdırıyor, bana yönelik değil, kime yönelik olursa olsun yapıldığında kızdırıyor. Tanıyanlardan bir şey gelmiyor. Tanımayan insanlardan geliyor. Türkiye’de her şeyin ucunu çoktan kaçırdık. İnsanlar açık açık ırkçı söylemle konuşup, şiddete, savaşa çağrı yapabiliyor. Suç işleyeni savunabiliyor. Öyle bir başı bozukluk haline geldi ki. Bu bir sürecin sonucu. Kendimi yeşil ve feministten başka bir sıfatla tanımlamam.
-Milliyet’te uzun yıllar çalıştıktan sonra başka bir mecraya geçtiniz. Nasıl gidiyor?
Çok memnunum halimden, tahtaya vurayım. Zaten bir yıldır Kanal 24’te program yapıyordum. Bahardan  beridir tematik film kuşağını da yapmaya başlamıştık. Bildiğim ekip, bildiğim insanlar. Mustafa Karaalioğlu kolay iletişim kurulabilen bir insan. Gözünüzün içine bakarak konuşuyor. Onunla hemen kimya tuttu diyebilirim.
-Son dönem Türk filmlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kitle sinemasında dozu tutturamıyoruz. Ya belden aşağı mizah gidiyor, ya çok çocuksu bir şey. Babam ve Oğlum herkesi vurmuştu. Ama bir filmin ne olduğunu bilerek hesaplayarak yapmak o kadar da kolay bir şey değil. Pespayelik de bir yere kadar tutuyor. Kendini sanatçı olarak gören ve ifade edebilmek için film yapan insanlar var. Onlar tabii ki kendi kitlelerine hitap edecekler.
-Recep İvedik’i nasıl buldunuz?
Bulamadım. Kızdığım için ikincisini görmek istemem artık. Irkçı bulduğum için sevmiyorum. İnsanların kaşlarının bitişik ve kıllarının fazla olmasının alay konusu edilmesini ırkçı buluyorum. Vaktiyle İstanbul Film Festivaline sponsor olmuş Turkcell’in kampanyasına Recep İvedik kullanmasına şok oldum. Popülarizmin bu kadarı olmaz. Bizim reklam kampanyalarına çok ucuz şeyler seçiyorlar genellikle büyük şirketler. Çok kolayına kaçıyorlar.