22 Ekim 2010

Ahmet Turan Alkan: Trajedimiz Solun Kemalist Olması


Ahmet Turan Alkan çoklarından farklı tersine göç edenlerden. Sivas’ı bir günde terkeden Alkan, İstanbul’da da valizi eteğinde duruyor. Alkan’la unutulan taşrayı, sağcı yazarları, 2 Temmuz’dan sabıkalı Sivas’ı konuştuk...

Ramazan sizin için bir ara vesilesi oldu... Bizim için “Hırka-i Şerif’in ziyarete açılmadığı yıl...
Hırka-i Şerif’in ziyarete açıldığını görmedik ama Ertuğrul Özkök’ün umreye gittiğini gördük. Şeytan taşlarken, şeytan “Sen de mi Ertuğrul” diye inlemiş diyorlar. Memurken, en büyük hayalim Ramazan’da yatmaktı. Bu sene bu fırsat elime geçti. Bir yere yetişme endişesi olmaksızın geçirdim Ramazan’ı. Pek fazla toplu iftar yemeklerine gitmedim, çünkü samimi değil. Eş dost arasındaki iftarlar benim için daha samimi. Diğerleri hem şatafatlı, hem de işin içinde ihlas yok. Bunlar çevre genişletme yemekleri. İftar aynı zamanda bir ibadettir. Her ibadet gibi onun da samimi tarafı olmalı. Giderek hayır kuruluşlarının etkisiyle, Ramazan ayının bu niteliği hatırlanıyor. Bu kuruluşlar kılcal damarlar gibi topluma yayıldılar. Mesela Sivas’ı biliyorum, orada her şey kayıt altında. Kimin ailevi durumu nedir, yoksulluk derecesi nedir, geçinmek için nelere ihtiyacı vardır? Orada Kimse Yok mu?, Deniz Feneri gibi iyi örgütlenmiş hayır kuruluşları önemli ve altı çizilmesi gereken sosyal hadiseler. Tabii mevzu büyük olunca kötü kokular da aman zaman geliyor. Yine de Türkiye’de hayır faaliyetleri gayet iyi durumda. Parasal faaliyetlerinin tartışılması bir yana, bu yardımlar özellikle Kemalist çevrelerde cemaat yapılarını yeniden biraraya getirdikleri gerekçesiyle sakıncalı bulunuyor. Devletin sosyal yükümlülüklerini de unutturdukları eleştirisi var... Adına sağcılar mı, muhafazakârlar mı, köylüler mi diyelim, yönetimde görünmeyen unsurlar toplumsal hayatta görünür hale geldiler. Meslek sahibi olmaya, eskiye göre daha iyi eğitim görmeye başladılar. Toplumsal hayat içinde kendi teşkilatlarını yarattılar. İsterlerse politikayı da etkileyebildiklerini hatırladılar. “Ben artık yoksul değilim, bak veriyorum” dediler. Bürokratik iktidar rahatsız oldu. 27 Nisan’da dönüm noktası yaşandı, bu zamana kadar yazılı olmayan bir kural vardı; “Sağcılar siz iktidara gelirsiniz ama canımız sıkıldığı zaman yollarız, gerektiği zaman ideoloji üretme merkezlerinden atarız sizi.” İlk defa  demokrasinin ayakları yere değmeye başladı. Ama daha çok yol var, direniş görülecektir. 
Türkiye’de tüm tarafların birbirlerini kabul etme noktasına gelmesi için iktidarı bölüşme olgunluğu da gerekli değil mi?
Bunun nasıl olabileceğini Batı toplumuna bakarak görebiliyoruz. Orada böyle bir olgunluk var. Bizim beklentimiz aynı zamanda dramımızı oluşturuyor, “Aaa video çıkmış alalım” der gibi demokrasi alıyoruz. Ama onun arkasındaki tarihsel sürece, sıkıntılara talip değiliz. “İktidarla görüşmeyi zül sayarım” diyen muhalefetimiz var. Ama bu algılamalar değişiyor. Devlet kavramının kutsal bir şey olmadığı, sosyal organizasyon olduğu anlaşılmaya başlandı. “Ordu Peygamber ocağı mıdır?”, “Atatürkçülük tartışılmaz fikirler bütünü yahut doktrin midir?” bunlar tartışılıyor. Bunlar hayırhah gelişmeler.

Entelektüel insan tanımının yeniden tarif edildiği bir dönemden geçiyoruz. Siz de bir yazınızda entelektüelliğin “bale/caz/opera”dan ibaret olmadığını söylemiştiniz...
Bu noktada büyük mesafe aldı Türkiye. En görünür hali bugün gazetelerin genel görünüşündeki dengedir. Eskiden bu dağılım yüzde 95’e 5’ti. Şimdi neredeyse birbirini denkler hale geldi. Bunun verdiği rahatsızlık son derece açık. “Yandaş medya” diye bir kavram çıkardılar. Bunu hükümeti destekleyen gazeteler manasında kullanıyorlar. Biraz da “yalaka” manası yüklüyorlar. Bu “Eyvah basındaki sulta ortada yok” kaygısıdır. Bunlar biraz organik tepkiler. Çok hesaplı kitaplı tepkiler değil. Zekice değil, incelikten mahrum. “Anne oyuncağımı elimden alıyor” tepkisi. Biz genel olanı benimsemedik, muhalif duruşu benimsedik. Solcular da muhalif duruşu benimsediler ve bu haliyle kültür sanat yaşamında daha etkinler. 
İki durum arasındaki fark ne? 
Zaten problem oradan kaynaklanıyor. Biz hem solculara karşı muğber ve gönül kırgınlığı içindeyiz hem de  Kemalistlere karşı. Aslında kime karşı muhalifsin, Kemalist ideoloji diye bir şey icat ederek devletin nimetlerini
kullananlara. Bizim trajedimiz karşımıza sol kimliğinin çıkması. Bunlar kendi garipliklerini Kemalist çizgide göstererek bir küçüklük kompleksi yarattılar. Türkiye’de sol toplumsal değerlere karşı çıktı, eleştirdi ve hatta aşağıladı. Dil devrimini desteklediler, Türkçeyi ve kendilerini tahrif ettiler. Osmanlı’yı kötüledi. Kimse  dedesinden utanmak istemez. Daha dürüst bir tablo çiz. Bir de “Komünistlik, ar namus yok demektir” diye bir şey çıktı ve bu Türkiye’de solu bitirdi.
Bu söylenceyi sol üretmedi ama. 
Elbette ama bu da sağın intikamıdır. Neticede sol kendisine etti, toplumsal dayanaklarını kesti. Toplumdan yana tavır almadı. Türk toplumunu görmezden geldi. Eğer solcular irrasyonel davranmasaydı 70’li yıllar yaşanmayacaktı. 70’lerde ümitsizliğe kapılarak silahlı mücadele yolunu seçtiler. Bu ümitsizlik siyasi cinayetler gibi reel temellere dayanıyordu... Ama baştan kendinizi böyle kötü bir şekilde tarif ederseniz toplumsal destek alamazsınız. Nitekim Deniz Gezmiş’i, Sinan Cemgil’i köylüler ihbar etti. Fabrikaya sığınsalar işçiler ihbar edecekti. Ben bunu solu itham etmek için söylemiyorum. Türkiye’de şimdi sosyal demokrat, bu değerlere saygı duymak gerektiğini fark etmiş yeni bir kuşak geliyor. Umarım bu anlayış CHP’yi, Kemalizm’i tasfiye eder.
Tabirimi mazur görün ama bu tarihin böyle yazılmasında hırsızın hiç mi kabahati yok?
Türkiye’de sol hareket siyasi planda yüzde 70, 80’le ifade edilirdi. Sol bunu çok eksik yaptı. Emekten haktan yana, adil toplum olmak gibi vurgularla kendisini ifade ederken toplumsal değerlere saygı gösterseydi şimdi yüzde 70, 80 olurdu. Sağ iktidarlar da kendilerini bu kadar rakipsiz hissetmeyebilirdi.
Çok yazar İstanbul’da yaşayıp emekliliğinde memleketine döner, sizde tersi oldu...
İstanbul’a geldim ama her an da gidebilirim, burada göçebe hayatı yaşıyoruz. Çocukların iş hayatına atılıp, benim gibi taşraya çakılıp kalmaması için. Ben Sivas’ta çok mutluydum da aynı ilaç çocuklara iyi gelmeyebilir. Cemil Meriç “Efendisinin ilaçlarını çalıp içen ahmak uşak” der ya, onun gibi. Türkiye’de kültür sanat için tek bir nokta var, bu anlamda taşrasını unutmuş bir ülke burası. Öteden beri böyledir, yeni bir şey değil. İstanbul Osmanlı medeniyetinin vitrinidir. Taşra bu vitrine devamlı insan gönderir. Değerleri İstanbul belirler. Mustafa Kemal Paşa bunu yıkmak için çalıştı. Yedi sene İstanbul’a gelmedi. İstanbul gazetecilerin burnunu sürtmek için küçük problemlerden yararlandı, adamları mahkemelerde süründürdü. Ama o da İstanbul’un çekim alanı dışında kalamadı, neticede o da hepimiz gibi taşra çocuğuydu, Selanik’te mütevazı bir evde doğdu ve padişah yatağında öldü. İstanbul benim için öyle değil, her an terk edip gidebilir. Ya memleketime ya ondan daha sıkıcı bir yere. Ben sıkıcılığı severim, asudeliği severim. Sivas’tan aslında müşteki ayrıldım. Oradaki  kasaba politikacılarından sıkıldım. Uzaklaşmak istedim. Bir günde karar verdim geldim. Becerebilirsem hep öyle gitmek isterim, hayattan da, aileden de, çoluk çocuktan da... 
Türkiye’de sağcılar düşün hayatında yer alamayıp, son yıllarda daha görülür oldular. Bu sizde bir rövanş hissi yaratıyor mu? 
Ben kendimi pek entelektüel olarak görmedim. “İstanbul’daki entelektüel muhitlere gireyim” diye bir beklentim olmadı. Peki bu durum bizde bir küçüklük kompleksine yol açtı mı? Evet açtı.
Zaten insan “Hadi şu çevrelere gireyim” deyince girebiliyor mu? 
Giremiyor. Ben Ankara ve İstanbul’da çok az bulundum. Taşrada işimi yapmaya çalıştım. Dolayısıyla benim burada sağ entelektüellerle bir koltuk temasım olmadı. Ama ben hep şöyle bakarım, ben ölürsem cenazeme kim gelir, eşime “Bir ihtiyacın var mı” diye kim sorar? Benim için gerçek yakınlığın ölçüsü budur. Ben de o sınıfa mensubum, bizde böyle bir küçüklük kompleksi vardır. İçimizden herhangi birinin yazdığı şeyler, “bir kısım medya” diye dalga geçtiğimiz medyadan biri tarafından beğenilirse bunu çok önemseriz. Çünkü kendi yaptığın şeyden çok emin değilsin. Bu bizim Müslümanların Batılılardan biri Müslüman olunca sevinmelerine benzer. “Aaaa bak Cat Stevens Müslüman oldu, o bile Müslüman olduysa bildiği bir şey vardır” hesabı. Bu değerlerini başkasına doğrultmaktır. Bu cenahta böyle bir kanaat eprikliği vardır. 
Ermeni açılımı hakkında ne düşünüyorsunuz?
Hükümeti canı gönülden destekliyorum, yandaş olduğumdan değil. Ermenilerle aramızı düzeltirsek, Ermenilerle Türklerin birbirini anlayacak hali olursa, bu çok değerli olur. Biz milliyetçiler Osmanlı deyip dururken bunun yüzde 25’inin Ermeni olduğunu hep unuturuz. Biz gelmeden önce Ermeniler de Rumlar da vardı. Bu insanlarla iyi geçinmek iyidir. Kalp kırmışsak onarmamız lazım. Bizim dinimiz en azından bayramlarda barışmayı emreder. Böyle gergin yaşarsan güdük kalırsın. Böyle milliyetçilik olmaz, ben zamanında yapmışımdır ama, şimdi karşı olduğum bir şey. Bu iş Allah’ın gönlüne güç gidecek iştir.

Aleviler 2 Temmuz’da kandırıldı

Doğup büyüdüğünüz, yıllarınızı geçirdiğiniz Sivas 2 Temmuz yüzünden sabıkalı bir şehir... 
O konuda çok konuşabilirim ama konuşmak da istemem. Şunu söylemeliyim, bu benim tanıdığım Sivaslıların yapamayacağı kadar organize bir şey. Ben Sivas’tan yobaz çıkmaz demiyorum, çıkar, can sıkıcı adamlar  çıkar. Ama bu adamların biraraya gelip organize olma kabiliyeti yoktur. Sivas’ta şirket kültürü çok zayıftır mesela. Organizasyon gerektiren işleri beceremezler. Bu hadisede Sivas’ın suçu, olanı fark edip, bu alçak namusları sokakta dımdızlak yalnız bırakacak kadar basiretli olmayışı.
Siz o gün neredeydiniz?
Kalabalığın arasındaydım. İşimden gelmiştim, olağanüstülük olduğunu fark ettim. Hükümet Meydanı’nda indim. Yarım saat kadar bir binanın ikinci katına çıktım, Madımak Oteli’ni seyrettim yanmasından altı saat önce.  Dedim ki arkadaşlara, “Hemen gidelim, burada çok pis bir ortam var, fotoğrafımız falan çekilir, zan altında kalırız.” Polis duruyor, adamlar Arif Sağ’ın arabasına taş atıyor. Olay mahallinin dışında gündelik hayat devam ediyordu. Saat sekiz sularında ablamın evinde oturuyorduk, yanında Numune Hastanesi vardı, bir iki ambulans geldi. Dayımla çıkıp bakalım dedik. Bu kadar uzun süre Sivaslıların polis otoritesine direnerek orada kalması benim tuhafıma gitti. Yangını görünce, oteldekileri çoktan çıkardıklarını düşündük. O rahatlık duygusuyla akşam namazını kıldık, eve gittik sonra. Eve giderken silah sesleri geldi. Oturduğumuz yere çömeldik. “Asker çapulcuları dağıtıyor” diye düşündük. Otuz küsur insanın öldüğünden gece 10’da haberimiz oldu. Şok dediğin şey budur. Bunu hak etmedi Sivas. Hakikaten dahli yoktu. Gerçek suçluların Susurluk kamyonu gibi bir olayla ortaya çıkacağını düşünüyorum. İkinci Ergenekon iddianamesinden bunu bekliyorum. Alevilere en büyük
kazık burada atıldı. Aleviler uzun zaman bunun sağcıların, Müslümanların yaptığını zannetti.
Şehirde bunun ağırlığı hâlâ hissediliyor mu?
Bu Sivas’ı lekeledi. Zaman zaman şaka mevzuu olarak, “Siz kızınca misafirlerinizi yakarsınız” dendi. Bundan ağır laf olur mu? Şehrin hiçbir yerinde hiçbir Alevi’ye karşı hiçbir şey yapılmadı. Şehrin haberi yoktu olan bitenden. Sivas’ın havasını ben bilirim. Alevi aleyhtarı bir şey yoktur. Sabah hatta “Arif Sağ’ın konseri var, bu Kızılbaş uşaklarını gidip seyretsek mi” diye düşündüm. Zaten böyle derin bir nefret olsa belli aralıklarla tekrar etmesi gerekir. Küçük küçük sürtüşmeler dahi olmaz. Komşundur “Merhaba” dersin, cenazesine gidersin. Bazen kız alıp verirsin, az da olsa. Alevilere zalimlikler de yapıldı, “Bunların kestiği yenmez, gusül abdesti almazlar, ahlaksız ilişkileri vardır” diye. Dedelerin sakalına katran yapıştırdılar, insanlar alışverişe geldiklerinde
arkalarından çürük domatesle yumurta attılar. Ama bu olaylarda bu tortuların izi yok.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder