23 Ekim 2010

Nihal Bengisu Karaca: Başörtüm Nefs Adası İçin

Kimine göre ‘bez parçası,’ kimine göre ‘maneviyatın son halkası.’ Türban tartışması sürerken yazar Nihal  Bengisu Karaca’ya ‘dünyevi meseleler’i sorduk. O, entellektüel yanını görmezden gelen ‘türbanlı kadın’ önyargısına alışmış. Farklı dönemlerde önüne çıkan duvarların öbür tarafında kalmaya, ‘Ötekilik ihtisas alanım’ diyerek ironiyle bakıyor. Zaman Gazetesi ve Aktüel Dergisi’nde yazan Nihal Bengisu Karaca ile ‘bizi ayıran nehirleri’ konuştuk...

"Yıl 982, hiç unutmam o yıl Sarıkamış’a çekirge yağdı" diyecek kadar gezgin bir çocukluktan bahsediyorsunuz. Aklınızda nasıl bir çocukluk, nasıl bir aile var?
Resim yapan, enstrüman çalan, uzun favorili bir baba ile kısa etekli Jackie Onasis benzeri bir anne vardı önce. Bir e National marka televizyon. National diye TV olur mu; vardı işte. Sonra babam enternasyonelin eşiğinde Kemalist solcular 70’lerde fazlaca diniman aleyhtarı olduklarından, solcu çevresinden soğuyarak, İslami eğilimleri ağır basan bir yola girmiş. Sekiz yaşımdan sonraki dönem için, mesleğinde ve düşüncelerinde idealist, akılcı, neredeyse pozitivist, ibadetlerine de azami dikkat eden doktor bir baba; fedakâr ve organizatör, kendini hayatımızı güzelleştirmeye adamış sakin bir anne hatırlıyorum. Babamın askerliği, dindar biri olması nedeniyle akademik hayatının ideolojik kumpaslarla sekteye uğraması, sonra yeniden üniversiteye dönmesi gibi etmenlerle, ilköğretimim birkaç kez bölündü. Bir yandan güzeldi, öğreticiydi ama bunu şimdi anlıyorum; yaşarken o kadar iyi değildi, maddi manevi sıkıntı çektiğimiz zamanlar oldu.
Bu sıkıntıların çocukluğunuz üzerinde etkisi ne oldu?
Depresyon denilen şeyle 10 yaşında tanıştığımı şimdi, bugünden geriye bakınca görüyorum. Resmi ideolojinin baskısı ve dayatmaları, inanç özgürlüğünün aynı zamanda anayasal güvence altında olması gerektiğini bilen eğitimli, karakter sahibi insanlara direnmekten ve mukavemet etmekten başka seçenek sunmuyordu. Üstelik bu insanlar, verdikleri mücadeleyi çocuklarına, çocukluğun dünyasına tercüme etmekte de sıkıntı çektiler. Bunları büyüyünce anlıyorsun ve ailene duyduğun saygı artıyor. Üniversiteye gelip Afganistan ile Filistin’i aynı şey zanneden, “Kapitalizm miydi o, komünizm miydi, ay bunları hep karıştırıyorum” diyen üçüncü sınıf öğrencilerini görünce, ne kadar şanslı olduğunu düşünüyorsun.
Gittiğiniz yerlerde uyum sağlamadan önce “öteki” olmuşsunuz. Türban takmaya başladıktan sonra da başka bir “öteki.” İki “öteki” arasında nasıl bir fark vardı?
Çok klişe bir sözcük evet, ama doğru. Üstelik tekdüze bir “öteki” olma hali de değil bu. Çeşitli katmanlarda çeşitli düzeylerde “öteki”likte ihtisas yapmışım deta. Bir meslek olsaydı kendimi “öteki”likten attırır, kıdem tazminatımla gül gibi geçinirdim herhalde. Sürekli şehir değiştirdiğiniz zaman, girdiğiniz her sınıfta biraz yabancı oluyorsunuz. İzmir’deki okulumda, babamın dini hassasiyetleri nedeniyle ilkokul öğretmenimle tokalaşmaması, öğretmenimle arama bir duvar çekmişti. Anadolu‘daki okullarda ve özellikle İmam Hatip Lisesi’nde bu kez “doktor kızı” ibaresi sınıfımdakilerle aramda bir  ngel oldu. Bir üstünlük iddiasında bulunacaksınız ve bu an meselesiymiş gibi, tedbir alınırdı. Ötekileştirme de böyle bir şey zaten. Dinlediğim müzikleri dinleyen bir genç grubunun arasında da yabancılık çekerdim. Tipik 80’li yıllar “tiki”leri; kitap okumaz, Gorbaçov ya da Stendhal arasında hiçbir fark göremez ve “Tuhafsın işte” deyip sırtlarını dönerlerdi. Sürekli flörtten bahsederlerdi, o konularda da ben püritendim.
İmam Hatip Lisesi’nde geçen yıllarınız aklınızda nasıl kalmış?
İşin okuldaki hocalar boyutu vardı ki, onlar da “amanın biz mü’mine yapacağız derken çocuk aynı kulağına üç tane küpe taktı” diye dertlere gark olurlardı. Ama diplomasi, iyi niyet, tatlı dil diye bir şey var. Ben ve okuldaki arkadaş grubum herşeye rağmen en sert hocalarımıza kendimizi sevdirebilmiştik. “Sizin grup meslek hayatım  boyunca gördüğüm en renkli gruptu ve sizin mezuniyetiniz acı veriyor” demişti müdür muavinimiz. Derslerim  iyiydi, Kur’an, hadis, tefsir gibi dersler de öyle. Ama her aramada bir Bluejean iki adet Hey dergisi yakalatmak skandal bir durumdu. Zımbalı montlar, rengi açtırılmış kısacık saçlar da öyle. Başörtüsü, bana göre nefs denilen tehlikeli bir adada ruhunu hayatta tutmak için gerekli olan sorumluluk bilincini diri tutma yollarından biri. Erkek bakışına denetim getirir, kadının beğenilme dürtüsünü gemler İHL’ye göre aşırılık sayılabilecek şeylerim mutaassıp müdür muavinim tarafından bile tolere edilebildi de, sonraki yıllarda başörtülü dindar  öğrenci kimliğim diğer mahallenin ilerici, çağdaş yaşamacı püritenleri tarafından, incesinden kalınından sadece aşağılama gördü. Laik kesim muhafazakâr kesimden daha tutucu. Mutaassıp hocalarımız zirzop görüntülere rağmen yumuşayabilir, yaptığın şeylere gülümseyebilirdi; ama toplumda dini imge ve ibarelere katlanamayanlar başörtülü kız görüntüsüne Cumhuriyet’in yüzünde çıkmış çıban muamelesi yapmaktan ötesine geçemediler.  Bugün görüyoruz işte. Örtüden gıcık kapılabilir, insan anlamayabilir, ama bazı kızlar okuyamasın diye kelle koltukta savaş vermek patolojik bir durum. Basit tercihleri rejim meselesi, hatta büyük Ortadoğu meselesi  haline getirmek bir hastalık. Din düşmanlığının gerekçesine “aydınlanma”, merhametsizliğin adına “laiklik” demek, olsa olsa doktoru yanıltmaktır; hastalığı yayıp sonra da “Bir şeyimiz yoktu şeriattan oldu bu” diyorlar. Pişkinlik de bir hastalık tabii. Allah acil şifalar versin. Başörtülü kızlar her  heye rağmen gülümsemeli. Bunları humorize etmekten başka çare yok. Gelecek dinsel çoğulculuğa açılıyor ve o geleceğe kendi dininin mensupları ile 19. yüzyıla özgü gerici bir kavgayla giriyorlar, genç kadınlara irtifa temin edecek özgürlüklerin önünü  tıkamakla övünüyorlar. Başörtülü kız görüntüsüne çıban muamelesi yapılıyor. 
İlk türban takmaya başladığınız günlerde nasıl tepkiler aldınız? O dönemdeki bakışınızla o günleri anlatabilir misiniz?
Başörtülü olma fikrini ilk olarak ailemde edindim. Ancak İHL’de de okuduğum halde, o dönemim benim moda ve müzik çılgınlığım nedeniyle yeterince feyz alınamayan bir dönem oldu. Üniversitede aynaya bakıp, “Şimdi ne olacak” diye sordum. Ağırlık merkezin nedir? Üniversitede hissediyorsun, hayatının tarlasındasın; sonraki hasat, o dönemde ektiklerine bağlı. Çeşitli ilgi alanların olabilir, tamam ama bu filmin leight motive’i ne olacak? İnanç insanı mı olacaksın, akıl insanı mı,  utku insanı mı? Din ağırlıklı bir referans kaynağı mı olacak, yoksa Batılı formlarla, Batılı hayat stratejileri arasından mı seçim yapacaksın? Ciddi sorular sormaya başlayınca, daha önce çok yeknesak olan dindarlık ve örtünme de ciddileşti. Hayatımı dini bir eksene doğru kurguluma niyetimin bir parçasıydı başörtüsü. Hala öyle bir niyetin izdüşümü. Hah, çok mükemmel bir Müslüman oldum, hadi şimdi bunu taçlandıralım diye örtünülmez zaten. Başörtüsü, bana göre nefs denilen tehlikeli bir adada ruhunu hayatta tutmak için gerekli olan sorumluluk bilincini diri tutma yollarından biri. Erkek bakışına denetim getirir, kadının beğenilme dürtüsünü gemler, ama bunlar dış dünya ile ilgili şeyler. İşin içe bakan bir yanı var ve saygıyı hak ediyor.
Başörtünüz nedeniyle bir yerde tepkiyle karşılaşınca, “Ben de Nihal Bengisu Karaca’yım, benim de geldiğim bir yer, aldığım bir yol var” diyerek kızgınlık duyduğunuz oluyor mu?
Asıl mesele geldiğin nokta zaten. Geldiğin yer dolayısıyla daha yüklü, daha rafine bir nefretin odağı halindesin.  Mesela, kendi halinde suya sabuna bulaşmayan, fazlasıyla tedirgin ve öteki olduğunun farkında bir Ermeni’ye kimsenin laf ettiği yoktur. Ama “Benim bu toprakta gözüm var ama üstünde değil altında gözüm var” deyince tepki çekmişti Hrant Dink. Burada aslında anlam çok açık. Ama bu söz bu haliyle bile bir grup vandalın tepkisine neden olabiliyordu. Etrafına çekilen çitin biraz dışına taştığında bedel ödemek zorunda kaldığın bir ülke burası. Yazıyorsa haddini aşıyorsundur.
“Türbanlı biri entelektüel, aydın, sofistike bir insan olamaz” eleştirileri var hakkınızda. Bunlara ne diyorsunuz?
Ben Allah’ı bilmenin yollarını benim için kolaylaştırır diye örtünüyorum. Allah’ı bilmek ise uzun bir yol, küçümsenebilir bir şey değil. Ve evet, “Allah” benim sabitem ve onu hem aklımla hem kalbimle anlamak gibi bir derdim de var. İnsanın sabitesi varsa, entelektüel olamaz denilebilir mi? Bu önermeyi doğru bulmuyorum  Belirli sabiteleriniz yoksa gezi yazısı bile yazamazsınız. Çünkü baktığınız şeyi göremezsiniz, kategorize edemez ya da kategorilerden özgürleştirmeyi başaramazsınız, bilgiye bağlam tayin edemezsiniz. Öte yandan dindar  birinin bilgi edinme kaynakları, bir pozitivistinkinden çok daha zengindir; beş duyunun yanı sıra sezgiler ve manevi deneyimler de referans niteliği taşır. Bunu özgürleştirici ve zenginleştirici buluyorum. Tersini düşünenleri de kınamıyorum, öyle yetiştirildiler. Modern eğitim aydınlanma felsefesi uzamında teberrüz etmiş bir şey. Aydınlanma, insan aklını hem doğanın bir parçası kabul etti, hem oğada olan her şeyi aklımızla kavrayabiliriz  diyerek ona doğaüstü bir nitelik atfetti, hem de bu doğaüstülüğün nedenini ve kaynağını da açıklayamadı. Ben evrenin, Tanrı’dan geldiğini bilen bir akılla da kavranabileceğini düşünenlerdenim. Haa, burada mesele dindarlık değil safi türbansa, “Hatun kişi ne yaşıyor ki ne yazacak zavallıcık” gibi bir durum söz konusuysa,  buna da cehalet der geçerim. Fırtınalı bir hayat sürmediğim doğru ama okumak, izlemek, sezinlemek de yaşama dahil; böyle düşünmeyenler kendi deneyimlerinin koynunda sonsuza dek devinebilirler.
Sinemaya ilginiz nasıl başladı?
Gözümü açtım, televizyonu gördüm. TRT de bir zamanlar iyiydi. Çok küçük yaşta izlediğim dizileri hatırlıyorum. Dört yaşındaydım ve “Altı Milyon Dolarlık Adam”a hastaydım. “Kaçak” vardı sonra... Görsel kurmaca ürünleriyle ilk temas anlarım böyleydi. Görerek, izleyerek öğrenmeye yatkın bir çocuktum. Babam da meraklıydı; Clint Eastwood, Steve Mac Quinn, Charles Bronson hayranıydı. Babam dini bir camia içine girdikten sonra da belli filmleri izlemeye çalışırdı, kayıtsız kalamazdı. İstanbul’a ilk geldiğimde Marmara  Üniversitesi’nde olduğum için, ilk öğrendiğim yer Kadıköy’deki sinemaların yerleri olmuştu. İstanbul’da ilk izlediğim film Mel Gibson’un yorumladığı “Hamlet.”
İlk akılda kalan film bu mu?
Değil tabii ki. İlk aklımda kalan film, 1961’de Gottfried Reinhardt’ın çektiği “Town Without Pity” (İnsafsız Şehir). Dokuz yaşımda izlemiş ve çok sarsılmıştım. Bir Alman kasabası yakınındaki Amerikan üssünde görev yapan dört askerin, yüzmek üzere göle gelmiş olan bir kıza tecavüzünü anlatıyor. Çocuklara izletilmemesi gereken bir film aslında. Bende büyük bir etki yarattı. Hukuk, adalet sistemine, toplumsal örf ve adetlerin küçük yerlerde hukuk sürecini de etkileyen ve yozlaştıran bir güce sahip olduğuna ilişkin ilk izlenimlerimi böyle edindim diyebilirim. Kirk Douglas da benim için o yüzden hep özel bir yere sahip olmuştur; skerlerin avukatını  oynuyordu. Sonunda askerler cezalandırıldı ama kıza, kasaba halkının tanıklarından derlenen çirkin ithamlarda bulunuldu ve kız intihar etti. Bardağı taşıran son damla kasabalı erkeklerin “Yüzmeye mi gidiyorsun Karen” demesi. O cümlenin tiksindirici etkisi hala tüylerimi ürpertir.
Aynı zamanda okuyan da bir çocuktan bahsediyoruz değil mi?
Evet. Charles Dickens’in “İki Şehrin Hikayesi”ni, “Sefiller”i, belli başlı klasikleri bayağı erken yaşlarda okudum. Reşat Nuri Güntekin’in, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın, Peyami Safa’nın bütün kitaplarını okumuştum. Ahmet Hamdi Tanpınar, Oğuz Atay, Gonçarov, Hermann Hess, Stefan Zweig kitaplarını  kuduğumda ise artık derin bir kıskançlık duyuyordum.
Yazma merakınız ne zaman ortaya çıktı?
Günlük tutarak ve okulda yazdığım kompozisyonlarla. Sarıkamış gezisinin ardından bir kompozisyon yazmıştım; Ani harabeleri, İshak Paşa Sarayı’yla ilgili. Öğretmenim izlenimlerimin güçlü olduğunu söyleyip beni  yazmaya teşvik etti. Denemeler yazmaya çalışıyordum.
Bu ne zaman ete kemiğe büründü?
1994’te. Yazının kalemin içinden geçen bir meslek arayışıyla başladı. Hukuk okurken de önümde bulunan kanun maddesinin ardındaki düşünce seyrini merak eden bir insandım. Bir konuyla ilgili adalet tasavvurunun nasıl gelişmeler sonucunda ortaya çıktığıyla ilgiliydim. Gazetecilik bir adım olduysa, bu süreç de yazarlığa taşıdı.
Nasıl anlaşıldı yazarlık meyliniz peki?
Kültür eleştirisine duyduğum merak... Çok film izleyen, mevzuyu doğru okuyabilen biri olduğumun fark edilmesiyle. Önceleri röportaj yapıyor, haber dosyaları hazırlıyordum ağırlıklı olarak. Yazmak ise film eleştirileri ile başladı. İhtiyaç üzerine doğdu aslında. Doğru zamanda doğru yerdeydim.
Sinema yazarken müstehcen konularda zorlandığınız oldu mu? “Türbanlı bir kadın bu konuyu yazamaz, muhafazakâr kesim bunu irdelemez” önyargısıyla karşılaştınız mı?
Doğru üslupla, doğru bir hareket noktasından hareket eden bir yazının tepki gördüğüne şahit olmadım. Müstehcenlik iç gıcıklayıcı olmanın ötesinde bir anlama tekabül etmediği sürece benim için de çok anlamlı değil. Sinemanın görsel bir sanat olduğu doğru ama gösteriyormuş gibi yaparken gizleyen, bazen göstermek yerine sezdirebilen bir sanat olduğuna da inanıyorum. Nasıl üzgün olan bir adamın yüzünü seyirciye dönüp “Ne kadar üzgünüm” demesi gerekmiyorsa, iki karakterin arasında cinsel ilişki olduğunu anlamak için yaptıkları  şeyin perdede “görünmesi” gerekmiyor. Buna çok da saygı duymuyorum. Bir anlamı olmadığı sürece müstehcenlik rahatsız edici, izleyicinin cinsellik, mahremiyetle ilgili algı ayarlarıyla oynayan bir şey.
Bunu tercih eden yönetmenlere tavrınız ne peki? Mesela Tinto Brass?
Açık değilim. Çünkü tam da bu şeyi yapıyor. Cinsellikle ilgili bir evren kuruyor. Haz verme amacı taşıyor. Benim sanata bakış ve algılamamda haz ilk planda ve saygı duyduğum bir şey değil. Ama bu bütün Tinto Brass filmleri yakılsın anlamına gelmiyor. Dini film diyebileceğim birtakım filmlerde de çok müstehcenlik var, mesela Neil Jordan’ın “End of The Affair”i. Yasak ilişki yaşayan bir kadın ve adamın hikayesini anlatıyor. Kadın ölümcül bir hastalığa yakalandığında ilahi adaletin tecelli ettiğini düşünüp teslimiyetle inancını tazelerken, adam  sevdiği kadının başına gelen bu hadise nedeniyle nefretle Tanrı’yı buluyor. Çok güzel bir filmdi bana göre.  Sinemaya gittiğimde utanmak, bir gram bal için bir çuval keçiboynuzu kemirmek istemiyorum Ama bazen buna
değdiği de oluyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder