22 Ekim 2010

Alin Taşçıyan: Altın Portakal Panayırdan Farksız

Antalya Altın Portakal Film Festivali başladı, tüm film endüstrisi oraya koştu. Biz de Antalya yerine Frankfurt Kitap Fuarı’na gitmeyi tercih eden sinema eleştirmeni Alin Taşçıyan ‘a gittik, kararının nedenini sorduk   “Festival hâlâ panayır havasından çıkamadı” diye başladı, “Kıllı ve kaşı bitişik insanlarla dalga geçen Recep İvedik’i ırkçı buluyorum” diye bitirdi. Hrant Dink’in öldürülmesinden sonra umutsuzluğa kapılan, tehditleri görmezden gelen, Türk filmlerine bayılmasa da ilk aşkı Tarık Akan olan Taşçıyan kendini iki kimlikle tanımlıyor: Çevreci ve feminist...

-Sinema merakınız nasıl başladı?
Oldum olası gazeteci olmak istiyordum. 12 yaşında bir yazarlık hevesidir başladı. 13 yaşındayken eve kendi gazetemi almaya başladım; Cumhuriyet. 
-Cumhuriyet o yaşta ağır gelmemiş miydi?
Çok erken söktüm okumayı. Anneannem sağolsun, 3,5 yaşındayken öğretti. O zaman gazetecilik çok yüceymiş gibi görünürdü. Şimdi öyle görünmüyor, itiraf edeyim. Mesela Cumhuriyet gazetesini tamamen siyasi nedenlerden okuyamıyorum. Çok sevdiğim bir iki yazar var ama, Zeynep Oral, Işıl Özgentürk gibi. Türkiye’nin siyaseti tıkandıkça basını da tıkandı. İlk sıraya yazdığım okula girdim, mezun olur olmaz da, Milliyet Sanat’ta çalışmaya başladım, 16 yıl.
-Gazetecilik ilgisi çocukluktan, sinema ilgisi nerden? 
 Ben Arnavutköy’de büyüdüm. Bir kışlık, iki yazlık sinema vardı ben çocukken. Açık sinemalar garaj oldu, kışlık sinemanın olduğu bina uzun süre kapalı kaldı, sonra apartman haline geldi. Sinemaya giderek büyüdüm. Yaz akşamları sinemalardayız, kışın hafta sonu sinemadayız. Sinemayı sinemada seyrederek sevdim. Ondan sonra da bir tutku halini aldı. Tam 80’de 11 yaşındaydım. Yıl 82’i. 13 yaşındasınız. Gençsiniz bir şey yapmak istiyorsunuz, yapılacak hiçbir şey yok. Bir Şan Sineması, bir Emek Sineması, bir Konak Sineması bizi kurtaran yerlerdi. Video gelince önce gençlik filmlerini seyrettik, sonra yavaş yavaş Video Tek, Yedinci Sanat’tan kiraladığımız filmlerle sinemayı keşfettik. Derken sinema bayağı mesele olmaya başladı hayatımda. Atilla Dorsay okumaya başladım. Coppola’nın da çok emeği vardır. Tür sineması nedir, sinema nedir, kafama işleten odur. The Outsiders‘ı altı kere seyretmiştik arkadaşlarla. Lise sonda İstanbul Film Festivali’nin bütün filmlerine gittim. Ortaköy Kültür Merkezi’nin de hakkını vermeliyim. Haftada bir polis basar kapanırdı ama Potemkin Zırhlısı‘nı 35 milimetre orada izledim. Anayurt Oteli‘ni de. Ne yapabilirdik ki? Koskoca bir tatiliniz var, yüzüyorsunuz, güneşleniyorsunuz. Oyun çocuğu yaşınız da geçmiş. Muhabbet bir yere kadar. Bol bol video kiralayıp izliyorduk. Zaten okullarımız yeterince ağırdı. Beyoğlu Anadolu Lisesi’nde okuyordum. Sıkıcıydı, sabahtan akşama bütün gününü işgal eden bir okuldu. Gitseniz bir türlü gitmeseniz bir türlü.
-Yeşilçam’ın bittiği günlere yetişmişiniz. Hiç Türk filmi izler miydiniz?
Türk filmi hastası değildik ama ilk aşkım Tarık Akan tabii ki. İnci gibi dişleri vardı, o kadarını ayırt edebiliyordum. Yerli sinema hiç o kadar benim sevdiğim bir şey olmadı. “Aman da Yeşilçam”cılardan değilim. Hair’i seyretmeye gitmiştik annemle, 81’ mi, 82’ mi ne, “Ay benim çok sevdiğim müzikaldir” diye götürdü beni, öldüm bittim ben Hair’e. Ama o zaman Miloş Forman kim biliyor muyum ben? Birikim böyle bir şeydir ya. Tuğlayı koyarsınız, harcı sürersiniz.
-Ailenizin de sanata ilgisi var mı?
Var. Çok tutkun değiller, herkes kadar. Sinemaya da gidiyorlar, tiyatroya da. Galiba insanlar artık bezdi, bir de televizyon diye bir şey çıktı. Sıkılıyorlar, yapamıyorlar. Bir de Türkiye’de cehalet makbul oldu. Bir yandan da gelişme var. En son dans festivaline gittim, erkek dansçılar, kadın dansçılardan çok. Eskiden erkek dansçı mümkün değildi.
-Türkiye’de festivaller artmaya başladı. Kısa Film Festivali, Kadın Filmleri Festivali zaten sürmekte olan festivallere eklendi...
Bence festival meselesinde enflasyonist bir politika izliyoruz, haddinden fazla festival yapılıyor, iyi olanın hakkı verilmiyor. İyi olanın hakkını İstanbul’da veriyorsunuz, çünkü İstanbul Film Festivali artık İstanbul Kültür Sanat Vakfı gibi 35 yılını geride bırakmış bir kurum tarafından yapılıyor. 170 bin insan koştur koştur gidiyor. Dolayısıyla o hakkını lıyor ama bunun bedelini 35 senede ödedi. Onun dışında bakıyorsunuz, herkes senelerdir “Altın Portakal” diye inliyor. Ben de yaşım kemale erdiğinden beri Altın Portakal’a gidip geliyorum. Hâlâ panayır. Hep panayırdı. Yenilendiği zaman “Bir şey olacak” diye düşündük, ama hiç bir şey olmadı, o da gene eski haline döndü. Bir sürü yeni filmi gösteriyorlar. Antalyalılar için iyi bir şey bu. Ama yaptıkları kişilikli bir festival programı olmaktan uzak kalıyor. “Kimi bulursak getirtelim, herkes o geldi, bu geldi yazsın çizsin.” Tipik şöhretler geçidi yapılıyor. Akıl almaz açılışlar, kapanışlar...Devasa davetiyeler, kağıt israfı, politik şovlar... Öte yandan, bu ülkede 1995’ten beri Gezici Festival var. Ben hayatımda bu kadar etkili bir etkinlik daha görmedim. Gittikleri her şehri değiştirir ve dönüştürürler. Filmler kişilikli, tavizsiz, sadece festivallerde görebileceğiniz filmler. Dolayısıyla o festivale gitmeseniz çok şey kaçırırsınız. Antalya’nın programı Film Ekimi’ninkine çok yakın. Neredeyse hepsi sezonda izleyeceğimiz filmler. Gezici Festivale Kültür Bakanlığı’ndan özel sektörden yokmuş muamelesi yapılıyor. Niye illa havalı, dedikodulu, şunlu bunlu bir şey mi olması lazım? Niye biz gerçekten bir şeyin hakkını veremiyoruz? Üç trilyonun üçte biriyle de bu festival yapılabilir.Umarım skandalsız, tartışmasız olur. Kimse sonuçlara katlanamıyor. Çok büyük olaylar çıkıyor. Çok işlerin kişileştirilmesine tanık oluyoruz.
-Antalya Film Festivali’nin kökleşmesiyle de ilgili bir durum değil mi bu? Artık daha gösterişli olması bekleniyor herhalde...
Kabul edelim, bizim suçumuz. Medyanın suçu. Üç beş kişinin adını biliyoruz. Bir inceleme, bir keşif, bir katkıda bulunmak yok. Haber veriyoruz, kamuoyu yansıtıyoruz, kamuoyu oluşturuyoruz. Bu kamuoyunu da bir tek siyasi manipülasyonda kullanıyoruz. İş kültür sanata geldi mi yok. Angelina Jolie ile röportaj kimin ilgisini çeker? Senelerdir sinema yazarıyım, benim ilgimi çekmiyor. Kadının hamileliğiyle ilgili bütün ayrıntılar gözümüze sokulmuş. Onunla konuşsam nolur, konuşmasam nolur. Onun yerine isterim ki, önemli bir Kırgız yönetmen çıksın, onun hakkında konuşulsun.
-Niye festivalde değilsiniz?
Bu sene Frankfurt Kitap Fuarı’na gideceğim. 60. yılı ve Türkiye onur konuğu. Rakipsiz bir şey. Çok heyecanlıyım. Sadece kitap fuarı değil. Türkiye Cumhurbaşkanı gidiyor açılışa. Fuarın etrafında sergiler, konserler, filmler var. Türkiye tüm sanat potansiyeliyle dünyanın en önemli etkinliklerinden birinde ortada olacak. Bu çok çok önemli bir atılım Türkiye için. Sürekli kategorize ediliyoruz, bir de kültür sanatımızla kategori edilelim bakalım.
-Türk yönetmenlerde yurt dışında tanınmaya başladı... 
Sinema dünyasında modalar vardır. İran modası, Güney Kore modası, Arjantin, Brezilya, Meksika. Şu anda Türkiye moda. Ama niye? Birden bir ülkeden birbiri ardına iyi filmler çıkar. Herkes gözünü oraya çevirir. Biz de o dönem geldi ve o dönemin doruğundayız. Genç kuşak Türk sinemacılar ciddi başarılara imza atmaya başladılar. Ulusal filmler için bu sene çok şanslı bir sene. Üretim bu nicelikte giderse süper. Ulusal yarışmanın profiline başladığımızda, Pandora’nın Kutusu, yeni Altın İstiridye kazanmış. Üç Maymun Cannes’te En İyi Film seçildi. Erden Kıral ustalardan birisi, Hakkari’de Üç Mevsim’le Gümüş Ayı getirmiş biri. Şahane bir profil çıkmış durumda. Biz bu rüzgarı yakaladık. Ama serde film eleştirmenliği var ya, sokuşturmadan edemeyeceğim, şu an adını geçirdiğimiz filmlerin çoğu Frankfurt’ta yok. Beyaz Melek, Kabadayı falan var. Keşke önceden ısrar edilerek bu filmler de listede olsaydı diyorum mesela.
-Hrant Dink’in öldürülmesinden sonra Agos Dergisi’ne yazılarınızla destek verdiniz...
Bir iki şey yazdım ama daha çok Janet Barış’ın yazmasını teşvik ettim. Başta öyle konuşmuştuk zaten. O dönem Milliyet’te yeterince ağır çalışma temposundaydım. Benim de Agos’ta yazmamın Agos’a da, Ermeni toplumuna da katkısı olmayacaktı. Onun yerine gözüme kestirdiğim Janet Barış vardı. İstedim ki, onun yazmasını teşvik edeyim. İyi de bir şey oldu.
-Bu olay sizde nasıl bir etki yarattı?
O hayatta beni en çok üzen, kıran, bu ülkeyle ilgili herşeyi bir süre için bir yana bırakmama neden olan olaydır. İlk kez “Tamam artık çekip gidelim buradan” dedim. İlk kez kendimi vatansız hissettim. Herhalde bunu Ermeni olmasam da hissedecektim. Bir sürü Ermeni olmayan arkadaşım da böyle hissetti. O bir sil baştan noktasıydı. “Sıfırladık mı herşeyi” diye düşündüm. Esas mesele ırkçı nefretin havada varolması. Bugün bir Ermeni’ye, yarın bir Kürt’e yönelebilmesi. Dünyanın neresinde olursa olsun. Bunu ayırmamamız lazım.
-Hiç umutsuzluğa kapıldınız mı?
Kapıldım. Bir süre öyle gitti. Malatya Vakası, şu bu... Ama en fecisi Hrant Dink davasındaydı. Kurbanın ailesine avukatın hakaret ettiği bir ülkede Adalet Bakanı’nın tepki göstermesini beklerdim. Adalet böyle bir komedya olmamalı. Linç psikolojisini teşvik ediyoruz. Şu an meclis kürsüsünde başkan yardımcısı olarak oturan Meral Akşener “Ermeni dölü” diye hakaret edivermişti. Bundan daha feci ne olabilir ki?
-Peki tehditle karşılaştınız mı Ermeni kimliğiniz nedeniyle?
Oldu ama üzerinde durmak istemem. Herkesin başına gelir. Hepsi oldu, ama çok tersi de oldu. Bu yüzden çok da sevildim, çok da bağıra basıldım, kollandım. Öbürü beni çok kırıyor, kızdırıyor, bana yönelik değil, kime yönelik olursa olsun yapıldığında kızdırıyor. Tanıyanlardan bir şey gelmiyor. Tanımayan insanlardan geliyor. Türkiye’de her şeyin ucunu çoktan kaçırdık. İnsanlar açık açık ırkçı söylemle konuşup, şiddete, savaşa çağrı yapabiliyor. Suç işleyeni savunabiliyor. Öyle bir başı bozukluk haline geldi ki. Bu bir sürecin sonucu. Kendimi yeşil ve feministten başka bir sıfatla tanımlamam.
-Milliyet’te uzun yıllar çalıştıktan sonra başka bir mecraya geçtiniz. Nasıl gidiyor?
Çok memnunum halimden, tahtaya vurayım. Zaten bir yıldır Kanal 24’te program yapıyordum. Bahardan  beridir tematik film kuşağını da yapmaya başlamıştık. Bildiğim ekip, bildiğim insanlar. Mustafa Karaalioğlu kolay iletişim kurulabilen bir insan. Gözünüzün içine bakarak konuşuyor. Onunla hemen kimya tuttu diyebilirim.
-Son dönem Türk filmlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kitle sinemasında dozu tutturamıyoruz. Ya belden aşağı mizah gidiyor, ya çok çocuksu bir şey. Babam ve Oğlum herkesi vurmuştu. Ama bir filmin ne olduğunu bilerek hesaplayarak yapmak o kadar da kolay bir şey değil. Pespayelik de bir yere kadar tutuyor. Kendini sanatçı olarak gören ve ifade edebilmek için film yapan insanlar var. Onlar tabii ki kendi kitlelerine hitap edecekler.
-Recep İvedik’i nasıl buldunuz?
Bulamadım. Kızdığım için ikincisini görmek istemem artık. Irkçı bulduğum için sevmiyorum. İnsanların kaşlarının bitişik ve kıllarının fazla olmasının alay konusu edilmesini ırkçı buluyorum. Vaktiyle İstanbul Film Festivaline sponsor olmuş Turkcell’in kampanyasına Recep İvedik kullanmasına şok oldum. Popülarizmin bu kadarı olmaz. Bizim reklam kampanyalarına çok ucuz şeyler seçiyorlar genellikle büyük şirketler. Çok kolayına kaçıyorlar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder