23 Ekim 2010

Ayşegül Devecioğlu: 78'e Klişeler Dışında Bakmalıyız


Ayşegül Devecioğlu Orhan Kemal Edebiyat Ödülü’nü Ağlayan Dağ Susan Nehir romanıyla kazandı. Vesile bu olunca kitaptan konuşmaya gittik. 80 öncesinde Dev-Yol mensubu Devecioğlu’yla o günlere, 12 Eylül karanlığına, öldürülen eşi Behçet Dinlerer’e uzandık. Kemal Yazıoğlu’nun yargılandığı ilk işkence davası sonuçsuz kalsa da o yaşadıklarının izlerini romanlarına döktü  26 yaşında ölen eşi Behçet Dinlerer ise hâlâ anılıyor...

Ferai Tınç 68’i anlattığı bir yazısında “özgeçmişlerimize baktığınızda en az 15 boşluklar görürsünüz” dedi. Sizin  de özgeçmişinizde “ODTÜ’yü bıraktı” yazıyor ve 1986’ya kadar boşluk. Ne oldu bu zaman zarfında?
ODTÜ’de okuduğum yıllar Türkiye’de anti faşist mücadelenin yükseldiği yıllardı. Ben pek çok insan gibi  dönemin siyasi hareketlerinden birinin, Devrimci Yol’un mensubu olarak bu mücadelede yer aldım. Bizim için  okullarımızı bitirmek ve bunu CV’lerimize yazmaktan çok daha büyük hedefler vardı. Okullar, aileler,  tanımlanmış  hayatlar bize dar geliyordu. Hayat anlamını gecekondularda, fabrikalarda, dünyayı değiştirme çabasında buluyordu. 68’ler için boşluklar 12 Mart’ta, 78’liler için 12 Eylül’de başladı. O boşluğun anlamı çok arkadaşımız için cezaevi ve sürgündü. Hayatta olmayanların artık ne özgeçmişleri var ne de özgeçmişlerinde boşluk...
1968’in 40. yılına 1978 kuşağından biri olarak nasıl bir bakıyorsunuz?
Her şeyi sorgulamaya ve bütün egemen ideolojilerle az- çok yüzleşmeye hesaplaşmaya açık bir zamanın ürünü olan bizim kuşağımız, 68 kuşağının teorik önermelerinden çok, hayatın bambaşka bir hale dönüşebileceği,  hedef ve idealleri uğruna hayatı seve seve feda edilebileceği inancını devralmıştı. Bunu, bizi her türlü kötülüğe  karşı koruyan bir muska gibi kalplerimizin üstüne koyup, yola çıktık. Ne bir tane 68 var ne de bir tane  78.Özellikle resmi sosyalizmlere muhalif olan Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi kökenli hareketlerin  mensupları olarak, bize yakıştırılmaya çalışılan dar çerçevenin tamamen dışında, halkı kendi mücadeleleri  sonucunda oluşturacakları kendi örgütlenmelerine çağırıyorduk. İşçi konseyleri, direniş komiteleri bu özgül mücadele deneyiminin ürünleriydi. Sıkça söylendiği gibi pek dans edemedik, boykotlara, mahallelere saldıran faşistlerle mücadele etmek zorundaydık. Evet, biz çoğu kez okula gidebilmek ve hayatta kalabilmek için silahlanmak zorundaydık. Kıyafetlerimize dikkat ediyorduk, halkla hemhal olmak, onlara misafir olmak yerine onların öz evladı olmak istiyorduk. Mutlaka gerçekleşecek bir devrime o denli inanıyorduk ki, hayatımızda her  şeyi bu odaktan kırılıp yansıyordu. Bu zengin zamanda aşk da, arkadaşlık da bambaşka anlamlar kazanmıştı.  Eğer insaflı olduğu kadar da geçerli ve anlamlı bir karşılaştırma ya da değerlendirme yapılmak isteniyorsa,  anılan zaman ve dönemlere bu saydığım berbat klişelerin dışında bakabilmek gerek...
O zaman 20’li yaşların başındasınız. Aileniz ne yapıyordu?
Dönemin koşulları içinde politik ücadelenin öyle bir meşruiyeti vardı ki, ailelerimiz de bu ilişkilerin bir şekilde içindeydi. Bizim evlerimiz illegaldir gelinmez, bizim arkadaşlarımıza isim sorulmaz; bunu bilirlerdi. Bizim  Behçet’le çocuğumuz olduğu için benimle bir dönem kalan ve Ağlayan Dağ Susan Nehir’de Naciye Abla karakterinin esin kaynağı olan Atiye Abla’mız mesela, yalanlar konusunda o zaman da mahirdi. O günlerde; “Atiye Abla çözülürse yandık” diye şakalaşırdık birbirimizle....Zaten bir sermaye hareketi olan 12 Eylül bir avuç genci yok etmek için gelmedi, bu toplumsal yükselişi yok etmek için geldi. Ancak maalesef bugün o  dönemi yaşamış insanlar bile 12 Eylül’ü doğal afet gibi algılamak eğiliminde... 12 Eylülcüler gibi sol da 12 Eylül  öncesinin insani, toplumsal gerçekliğini sadece işkencede ya da çatışmalarda öldürülen, zindanlara atılan  devrimci gençlere indirgiyor, cezaevi romanları biraz bu anlayışın ürünü. Böylece 12 Eylül öncesi, sol tarafından mitleştirilerek tarih dışına çıkarılmakla kalmıyor, kurulan anlatıda toplum da kapı dışarı edildiğinden 12 Eylül’le yüzleşme de engelleniyor. 12 Eylül bütün sesleri yutan sessizlikti Kemal Yazıcıoğlu’na karşı işkence davası  açtık. İki dava açıldı, ikinci davada Yazıcıoğlu’nun adını geçirebildik. Zaman aşımından beraat etti. Süreç  Emniyet Müdürü’nden işkencesine kadar polis tarafından engellendi. Arkadaşlarımın çoğu hapishaneden ifade  vermeye çalışıyordu. Herkes biraz hayat gailesine düşmüştü. Mahkemelerdeki yalnızlıkla kara günleri  hissetmiştim. 
Böyle zor bir dönemde çocuk dünyaya getirmişsiniz. Bir kadın açısından hayat nasıldı ?
Faşizme karşı mücadele koşullarında çocuk büyütmek zordu. Çocuk sahibi olmak, düzenle uzlaşma anlamına geldiğinden, beni siyasi çalışmalardan bir süre de olsa ayıran hamilelik ve doğum sürecini pek de keyifli yaşadığımı söyleyemem. Yarı aç, yarı tok ve illegalite koşullarındaki hayatımızda, elbette çocuğa ek yer yoktu. Ben Adana ‘ya buzdolabı götürmek istediğimde, Behçet’in beni “Dağa uzdolabıyla mı çıkacağız” diye  azarladığını acı acı gülümseyerek anımsıyorum. Toplumdaki gibi annelik, bizler için de sadece kadının yaşadığı bir durumdu. ehçet’i zaten çok az görüyorduk. Hamilelik ve annelik bulunduğum siyasi hareketin cinsiyetçi karakterini açığa vuran ir eşik oldu. Çok önemli bir arkadaşımızın söylediği “Senin görevin artık harekete militan yetiştirmek” sözü az daha sütümün esilmesine neden oluyordu. Çok üzülmüş ve kendimi suçlamıştım.  Buradaki cinsiyetçi bakışı deşifre edecek feminist bilince sahip değildim, kadın hareketi  içinde olmama  rağmen.
12 Eylül’de eşiniz yakalandı...
12 Eylül’de Behçet ilk Devrimci Yol operasyonda yakalandı. “Yakalandı” haberini götürüldüğü Ankara  Numune Hastanesi’ndeki doktorlar verdi. Ancak başhekimin emriyle ölüme terkedilmişti. Zaten çok uzun süre kara gömdükleri için böbrekleri çalışmıyordu... Kimliğimi bıraktım, annesiyle birlikte gittik, kendimi kardeşi  olarak tanıttım ve onu attıkları odadan çıkarıp servise götürülmesini sağladım. Galiba artık yapacak pek fazla bir şey yoktu. Hastanede çok az konuşma fırsatımız oldu. Bana “Seni özledim” dedi, ona “Konuştun  mu” diye sordum. O koşullarda önemli olan oydu ama o yaşadığı korkunç işkenceye rağmen bunu diyecek gücü  kendinde bulmuştu. Kendimi hiç affetmeyeceğim herhalde. Bana Kemal Yazıcıoğlu’nun kendisine işkence yaptığını söyledi. Polis gözaltına almak isteyince kaçtım. Bir daha Behçet’i görmedim. İki dava açıldı. İkinci davada Kemal Yazıcıoğlu’nun adını geçirebildik, ancak zaman aşımından beraat etti. Zaten süreç emniyet müdüründen, işkencecisine kadar polis tarafından engellendi. Davanın 30 kadar avukatı vardı ama ilk duruşmadan sonra hiçbiri gelmedi. Tek başına avukat İbrahim Açan sürdürdü. Duruşmalarda genelde ikimiz oluyorduk. İşkenceci polisler ise tam ekip, dinleyici olarak hazır bulunuyor, bizi tehdit ediyorlardı.  Arkadaşlarımızın çoğu hapishanedeydi. Oradan ifade vermeye çalışıyorlardı. Dışarıdaki arkadaşların pek azı  davayla ilgilendi. Herkes biraz da hayat gailesine düşmüştü. Belki ilk kez o mahkemelerdeki yalnızlıkla kara  günleri bu denli açık hissetmiştim.
Eşiniz öldüğünde kaç yaşındaydı? Sonra ne yaptınız?
Behçet öldüğünde 26 yaşındaydı. Ben 24. Hayatta kalmaya ve çocuğumu büyütmeye çalıştım. Bir süre başka yerlerde kaldım. Ağlayan Dağ Susan Nehir’de anlattığım çingene mahallesine saklandım. Oğlum uzun süre  babasının işkencede öldüğünü bilmedi. O zaman iki yaşındaydı. Behçet’in öldüğünü beş yaşında öğrendi. Zaten o kadar az görmüşlerdi ki birbirlerini. Bu kez de işkencede öldüğünü söyleyemedim. Çünkü söylenemez, kabul edilemez bir şeydi. Hâlâ öyle... Yıllar sonra oğlumun bunu çoktan bildiğini anladım. Aslında bunu da biliyordum. Bilmenin bir başka haliyle biliyordum. Çünkü hiç sorulmamıştı, hiç konuşulmamıştı. Burada ölüm biçiminin korkunçluğunun dışında bir şey vardı. Anlatılacaklara gerçeklik veren zaman akıl sır ermez biçimde ortadan kaybolmuştu. 12 Eylül’dü, bütün sesleri yutan o korkunç sessizlikti. Kuş Diline Öykünen romanı kuşağımın bu kayıp zaman karşısındaki şaşkınlığının hikâyesi aslında. Bana bu süreç dillendirilemeyenin dünyası da açtı.
Nasıl başladınız yazmaya?
Aslında Kuş Diline Öykünen’deki hikâye çok uzun zamandır içimdeydi, bekliyordu. 80 öncesinin karanlıkta  bırakılan gerçekliği ancak sanatsal ifadede kendini açıp gösterebilirdi. Bu kitabı yazarken düpedüz acı çektim.  Sonra kendi tarihimle ilk kez bu denli kesin bir biçimde yüzleştiğimin ayırdına vardım. Daha önce yazı ve makalelerle anlattığım hikâyeyi sanatsal ifadeyle kurmak işi hiç kolaylaştırmıyordu. Kuş Diline Öykünen’i  yazdıktan sonra içimdeki kilitlerin açıldı.Dilimi ve elimi tutan bir şeyden kurtulmuşum, kelimeler bir kapının ardına yığılmış, itişip kakışarak serbest bırakılmayı bekliyormuş gibi. Bu yüzleşememe halinin bireysel  olmadığını düşünüyorum... 12 Eylül’le yüzleşmenin toplumsal hayatımızı zehirleyen katliamlar, soykırımlarla  yüzleşebilmemizin de anahtarı olduğuna dair bir inancım var.
Ağlayan Dağ Susan Nehir Atiye Hanım’la yaşadığınız zamanki gözlemlerden mi doğdu?
O karmaşada ve can derdine düşmüşken pek bir şey gözlemlemiyordum, fırsat buldukça kaldığım elektriksiz evde, gaz lambası ışığında durmadan Kemal Tahir okuyordum ama bu ayrıksı kültür, benden habersizce  bilincime sızdı. Bu gözlem bile denilemeyecek, amaçsız, hatta boş bakışlara takılan o kadar çok şey vardı ki,  bunların doğruluğundan ancak bu konuda yazılmış kitapları okuyunca, özellikle İsabel Fonseca’nın Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan, Beni Ayakta Gömün kitabı, emin oldum. Aslında Naciye Abla, birlikte yaşadığımız yıllar boyunca benim aradığım işaretleri sessizce oraya yerleştirmişti. Nasıl öykü anlatacağımı ve insanın ancak inanmak istediği öyküye inanabileceğini öğretmişti. Onun işaretlerini izledim. Hayatta kalmak için yaptığı gibi,  öykümü en güvende olduğu yere, yalanın kalbine yerleştirdim. Kitabı yazarken binlerce yıllık doğa ve hayat algısından türeyen yaşam tarzına vâkıf olamayacağım sezgisinden-fikrinden yola çıktım. Dışımızda şekillenmiş  dünyaları algılayıp anlayabileceğimiz, zahmetsizce dokunabileceğimiz fikrinde kibir var. “Onlar da  bizim gibi  insanlar” fikri yaratacak, Çingeneler’i ya da onların galiba daha tercih ettiği bir isimle Romanlar’ı sevimli gösterecek bir öykü anlatmak istemedim. Kimsenin anlaşılmak, saygı görmek, kültürünü geliştirebilmek,  ayrımcılıkla karşılaşmamak ve şiddet görmemek için birbirine benzemek zorunluluğu olmamalı.
Peki yüzleşme nasıl olacak? 
Yeni bir politik hareketlilik ortamı, 12 Eylül’ün toplumsal yükseliş zamanı olarak anımsanmasının çerçevesini kuracak. Kuş Diline Öykünen’de buna “zengin zaman” dedim. Yazdıklarım bu zengin zamanın, bana  kazandırdığı sezgilerin ürünü. Ona sadık kalıyor, 12 Eylül’ü direkt olarak anlatmayan bir romanla ilgili söyleşide bile 12 Eylül öncesi gömüldüğü karanlıktan çıkmak için durmadan söz alıyor...
Orhan Kemal Edebiyat ödülünü aldıktan sonra ne hissettiniz?
Orhan Kemal yalnız severek okuduğum değil, işçilerin, ezilenlerin, bereketli topraklar üstünde sefalet içinde yaşayanların dünyasını, anlatmak istediği insani-toplumsal gerçekliği sanatsal ifade içinde yeniden kurma  tarzıyla da çok önem verdiğim bir yazar. Kitabın eğerlendiriliş tarzı da beni sevindirdi. Bu vesileyle hem  kitabımı ödüle layık gören jüri heyetine, hem de bana bu güzel sürprizi yapan Metis Yayınları’na teşekkür  ederim. Beni asıl etkileyen, “78’li” diye tanımlanabilecek arkadaşlarımın sevinci oldu. Bir arkadaşın, ödül  alması dışında bence bu sevinç, dramatik bir olguya da işaret ediyor.
Nasıl bir olgu?
Bu hazin durumu birçok arkadaşım dile getirdi.” 78” denilen kuşağımız, 12 Eylül’ün işkence ve idam  sehpalarında katledildiği gibi zamanın da gadrine uğradı. Karanlığa gömülen zamanın ardında “terörist”  sözcüklerinin kanlı imgesine hapsedilip suçlu ilan edildi. İki yazarın sohbetinden neşet eden masumiyet  tartışması ve 12 Eylül’le ilgili film ve dizilerde yaratılan, iyi niyetli ama siyasi değerlendirmeden yoksun, bu yüzden canından olan, ailelerine acı çektiren, sinir bozucu ölçüde şaşkın, aptallık ölçüsünde masum solcu genç  tipi, suçluluk duygusunun ve aklanma ihtiyacının ne denli güçlü olduğunu ortaya koyuyor. Bizler, 12 Eylül zihniyetinin etkisinde kalanlarca sanattan ve edebiyattan anlamayan, çatışmayı ve dövüşmeyi bilen kuşak olarak takdim edildik. 12 Mart edebiyatının olup, 12 Eylül edebiyatının olmaması bahsinde bile suçlandık. Tebrik  eden arkadaşlarım, ödülle anki biz kuşak olarak bu suçlamalara cevap veriyormuşuz duygusuna kapıldılar. Dramatik olan bu hikâyeye bizim de inanmamız. Çünkü 12 Eylül öncesine ait insani, toplumsal gerçeklik, bizzat bu dönemi yaşayanlar tarafından da bugünün koşul ve ihtiyaçlarına göre yeniden kurulup anımsanmakta.  Eskiden hiç şaşkın değilken, şimdi gayet şaşkın görünen kuşağım kendi hikâyesini unutmakta... Oysa  kimliğimizin şekillendiği bu zengin zaman, her türlü yaratıcılığın da kaynağıydı. 12 Eylül öncesinin toplumsal  gerçekliğini ve bundan türeyen  zenginliği sezememek, bunu bir avuç devrimci gencin hikâyesine indirgemek  hem siyaset hem edebiyat için pek umut kırıcı... Bir kuşağın yaşadığı bu suçluluk duygusu, politikleştiği için  suçlu olduğuna inandırılıp, baskı ve zulümle karanlığa terkedilmiş toplumun da 12 Eylül’le yüzleşemediği konusunda bir ipucu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder