23 Ekim 2010

Ayça Damgacı: Aşk İçin Sibirya'ya Giderdim

Ayça Damgacı, beyaz atlı prensi olmayan bir aşkın kahramanı. Süleymaniye’nin Marlon Brando’su Hama  Ali’ye aşık olunca, aşkının peşi sıra Irak, Suriye, İran’a gitmiş. Hikayeyi Hüseyin Karabey keşfetmiş.  Başrolünde Damgacı’nın olduğu film, Tribeca, Saraybosna, Tokyo, Adana, İstanbul film festivallerinden ödülle döndü. Bu aşkın sonunu merak edenlere söyleyelim, mutlu aşk yokmuş...

Gitmek hem bir kadının, hem bir ülkenin batıdan doğuya değişimini gösteren bir yol hikayesi. Aynı zamanda da sizin aşk hikayeniz. Her şey nasıl başladı? 
Bu hikayeyi çok sürprizli bir şekilde yaşadım, kendimi de şaşırtarak. Her şeyin ötesinde, coğrafyaların da  ötesinde, Hama Ali gibi bir erkeğe aşık olmak, onunla beraber olmak, karşılıklı bu aşkı yaşamak benim için bir kırılma noktasıydı. Genelde kafamızda hayal ettiğimiz başka figürler vardır, beyaz atlı prensler, öyle olmayan  birisine tuhaf bir şekilde, gerçekten aşkını vermiyorsun. Belki de biraz küçük burjuva bir şey bu. Daha  hayallerle, hülyalarla yaşıyoruz. O yüzden benim için en önemli noktası buydu. İlk defa hayatımda beni  anlayacağını, olduğum gibi kabul edeceğini düşündüğüm, bilgisiyle, birikimiyle donanımıyla, müziğe  düşkünlüğüyle çok etkileyici bir adam vardı. O yüzden ben bu yolculuğu yapmaya karar verdim. Beni yollara iten, böyle hissetmiş olmamdı. Böyle hissettikten sonra o kişi nerede olsa gidersin. Irak da olabilir, Sibirya da  olabilir, Guantanamo da olabilir... Bir de biri bana bir şeyi "Yapma" deyince, kendi isteklerimi aşan bir şekilde yapmak istiyorum. Ama insan eyleme geçince ayakları yere basıyor ve işin politik çerçevesini, nelere muktedir olup olmadığını daha iyi görüyorsun. O zaman daha iyi anlıyorsun, doğu-batı ne, Kürt olmak ne, Türk olmak ne...
Siz Türk kökenli bir aileden gelip, İstanbul'da yaşıyordunuz değil mi?
Evet İstanbul’da yaşayan, Türk kökenli orta sınıf bir ailenin çocuğu olarak büyüdüm. Hiç bir şey tesadüf değil, çünkü ben Tiyatro Oyunevi’nde çalışırken, ilk defa doğuya gittim. Turne sırasında arkadaşlarımdan ayrıldım ve tek başıma bütün o bölgeyi gezdim. Mardin, Midyat, Diyarbakır... Orada ilk defa insanların diyalektiği, konuştuğu dil, halay çekişleri beni çok derinden etkilemişti. Orada bir dil keşfettim, bana benzeyen insanların olduğunu keşfettim, çok acayip bir kırılma yaşadım. Kabına sığmayan ötekiliğin, çok iyi ifade bulduğu bir  mecra var ve ben de onlardan biri olduğumu fark ettim.
Daha önce güneydoğu, doğu kültürüyle tanışma fırsatınız olmamış mıydı hiç?
Ne kadar garip değil mi? İstanbul'da küçük burjuva bir ailedenim. Ama bağırıp çağırıp, dans etmek isteyen, gözlerinden kıvılcım gibi fırlayan insanların yaşam enerjilerini gördüm, bana yakındı. Oraya gittiğimde bunu fark ettim. İlk karşılaşma, ilk alev orada oldu.
Hama Ali'yle doğuya yapılan bu yolculuğun sonunda mı tanıştınız?
Sarı Günler filminin yönetmeni, ben sokakta giderken beni görmüş, benim gibi tombul bir kız arıyormuş, asistanını gönderdi yanıma, "Oynamak ister mi?" diye sordu. Ben de şaşırdım, "Tabii isterim" dedim. Oyuncu olduğumu da bilmiyor. “Ertesi gün Sine-Sen'e gel” dedi. Bana senaryoyu verdi. Ben de Allah’ın her oyuncu kulu gibi, senaryoyu okumak istedim. Gittim, baktım, Saddam'ın yok ettiği bir Kürt köyünü anlatıyordu Kuzey Irak'ta. İnsanın kalbi çarpıyor böyle bir hikayede. Başka biri olsa "Bu ne?" diyebilir. Ama yoldan geçerken seçiliyorsun, daha yeni bahsettiğim kıvılcımı yaşamışsın ve karşına böyle bir senaryo çıkıyor. Koşarak, zıplayarak “Oynarım” dedim. Adıyaman'a gitmem gerekiyordu. Kuzey Irak'tan gelecek oyuncular bir türlü Habur'u geçemedikleri için çekimler ertelendi. Bir gün aradılar, "Bin Adıyaman Turizm'in otobüsüne atla gel" dediler. Acayip meçhul bir durum. Bindim gittim, ilk çekimler yapıldı. Ertesi gün Kuzey Irak'tan oyuncular  geldi. O dönem üç hafta ınırda beklemişlerdi. Habur Sınır Kapısı çok keyfi açılıyordu. Hama Ali'yle o gün tanıştık, kahvaltıda. Çok çok karizmatikti. Ondan sonra sohbet ettik, bana şarkı öğretti. Ben köyün cilveli  kızını oynuyordum, şarkı öğrenmem lazımdı, onu seçtim. İnsan olarak çok etkileyici bulmuştum. Sonra arkadaşlarıma dedim ki, "Arkadaşlar biriyle tanıştım Kuzey Iraklı, aynı Marlon Brando." Onlar da "Vayyy be"  dediler. Filmdeki “Benim Marlon ve Brandom” lafı da oradan gelme. Hakikaten öyle bir hava seziliyordu o zaman. İnsan aşık olunca neleri nelere benzetmiyor.
İlk görüşte aşk oldu yani...
"Güzelliğin beş para etmez, bu bendeki aşk olmasa." Adıyaman'daki çekimler bir ay sürdü, acayip olaylar oldu. JİTEM geldi, çekimleri durdurdu. Dedikodu yapmışlar, "Burada Apo'nun hayatını çekiyor bunlar"  demişler. Nur Sürer vardı sette, onun sayesinde tekrar çekimler başladı. Daha sonra Kültür Bakanlığı yine yasakladığı filmi. İçinde “Türkiye'nin askeriyeye yatırdığı para, Ortadoğu'daki bütün ülkelerin eğitime harcadığı  paraya eşit" diye bir radyo haberi geçiyordu. Bu haber yüzünden. Bir de çocuk çetesi vardı köyde, ağayı kötü  duruma düşürecek şeyler yapıyordu. Biraz insani bakışı temsil ediyorlardı. En sonunda bir yol ayrımına geldiler. Saddam ordusu gelip oradaki Kürtleri orduya alıyordu. Diyorlar ki, "Orduya katılamayız, mecburen dağa çıkacağız.” Böyle bir laf geçtiği için film sansürlendi ve gösterilemedi.
Film bittikten sonra ne oldu?
Ben İstanbul'a geldim. O Süleymaniye gitti. O zaman adı konmuş, son derece karşılıklı yaşanan bir aşktı.  "Bilemiyoruz ne zaman, nasıl ama bir şekilde yine beraber olacağız" diyerek ayrıldık. Ondan sonra müthiş bir telefon trafiği başladı. Ben arıyordum, mektup yazıyordum, mektupları faksla gönderiyordum. Bir tomar  mektup var.
Onun Süleymaniye'de hayatı nasıldı?
İyiydi, orada da filmler, diziler çekiliyor. Tabii ki bizimkinden çok daha farklı, savaşla harmanlanmış, kendi  akışında bir hayatı var onların. Eğitici yanı olan, feodaliteyle hesaplaşan filmler çekiliyor. Müthiş bir sosyal  gerçekçi bir tarzları var.
Kürtçe öğrenebildiniz mi bu arada?
"Ben var gelmek" kadar. Sana bir şey öteki olarak gösterilmişse, gizliden gizliye öğrenmek, bilmek istiyorsun.  Bir hazzı var. Neden bir Kürt'le Kürtçe konuşamayayım ki? Yasaklı olana ilgi. Çok doğal bir şey. Çok  cezbedici bir yanı var. İçimizdeki ötekilikle ilgili bence bu.
Gitmek filminin çekimleri sırasında Hama Ali'yle  ilişkiniz bitmiş miydi?
Bitmişti. Ben 2005'te Irak'a gittim. Orada noktalamaya karar verdik ilişkiyi. Başlangıç ve bitişi dört yıl sürdü.  Sonra Hama Ali de filmi İstanbul Festivali'nde izledi. O sevdi tabii. İlginç bir antremandı. Biz artık arkadaş olmuşuz ama ortada bir aşk filmi  xar. "Yazmıştık o mektupları o zaman" diyorsun. O aşaması zordu. Sen  oradasın, arkadaşsın ama aşk filmini izliyorsun. Katlanması zor bir durumdu benim için.
Yolculuk sırasında kültürel değişime de tanıklık ediyoruz. Bu yolculuğu yaparken, doğuyla batı arasındaki kadınlık halleri arasında bir fark var mıydı?
Hepimiz ailede kadınlığı yaşayarak başlıyoruz ilk olarak. Güneydoğu'da bir kadın “Varım” dediği zaman, hayatı pahasına tehdit ediliyor. Ama sen burada yok sayılarak tehdit ediliyorsun. Görmezden gelinerek yok  dilmekle, bedeninin yok edilmesi arasında çok büyük fark var tabii ama ikisi de sonuçta yok edilmek. Erkeklerin  dünyasında mücadele etme hali benim için hep çıkışsız bir mücadele gibi görünüyor. Şimdi rol aldığım dizi  Güldünya bu konuların katman katman işleneceği bir dizi olacak, o yüzden de çok değerli buluyorum.
Peki başa sararsak, bu film çekilene kadar hayatınız nasıldı?
Üniversitede başlamıştım tiyatroya. Öğrenci Kültür Merkezi'nde. Şahika Tekand'a gittim sonra. İktisat  okurken, okulu bırakıp, Tiyatro Kulübü’ne devam ettim. Sonra İstanbul Üniversitesi Dramaturji bölümünü kazandım, o sırada da Mahir Günşıray'la çalışmaya başladım.
Herşey bittikten sonra Irak ve İran’la ilgili algınız hâlâ açık mı?
O dönemde, gazetedeki her haberi kesiyordum. Her gün üç gazete alıyordum eve. Her gördüğüm haberi okuyordum. Şimdi de o zamanki kadar hassasım tabii ama biraz daha kendi yapmak istediklerimle, kendi hayatımla ilgiliyim herhalde. Eskisi kadar ilgili değilim çok açık söylemek gerekirse.
Sarı Günler filminden sonra nasıl buluştunuz?
İran'da. Ben her şeyi ayarladım ama o gelemedi. Hep İran'da mı buluşacağız, Irak'ta mı buluşacağız, Suriye'ye mi gideceğiz? Devamlı bir rota arayışı vardı. Diyorlardı ki, "Suriye'ye git, Barzani'nin bürosundan izin al, oradan geçersin." Türkiye Kuzey Irak'a 600 dolar vize istiyor. Normal yaşantısı olan insan oradan buraya nasıl gelsin? Bütün o süreç içinde biz sürekli rotalarla, haritalarla yaşarken, biz o dönem Van Hakkari Sanat Köprüsü'yle Van'a gitmiştik. Ben dedim ki "İran'a geliyorum". Oradan bindim otobüse, ver elini İran. O da üç gün sonra  geldi. O üç gün bekleyiş biraz güç geçti.
Neden?
Tanıklık ettiğim olaylar zordu. İran'da tek başına kadın olmak gerçekten zor bir şey. Sen bugün bir taciz  gördüğünde sokakta, dönüp bir bağırırsın. Bir mücadele şansın vardır. İran'da aynısını yaptığın zaman polis gelip tutuklar seni. Tek başına yürürsen, nedir bu, ne demektir?
O üç gün nasıl geçti?
Yine eski bıçkın halimle yürüyordum sokaklarda. Çok korku doluydu. Pazara gidiyorsun, bizim Mısır Çarşısı  gibi bir yer. Bir aile, adam, oğlu, arkada eşi, annesi yürüyorlar. Baba seni elliyor çat diye, oğluna öğretir gibi.  Gelenek gibi. Ben bunu yaşadım. Oğlu da yapıyor. Hiç bir şey yapamıyorsun, yabancısın. Kostümümden de anlıyorlardı. Sonra gittim bir manto aldım. Ama fark etmedi, bakışlar yabancıydı.
Hama Ali geldikten sonra ne oldu?
Sakız diye bir şehre gittim ben onunla buluşmak için. O da ayrı bir macera. Hama Ali de kaçak gelmişti İran'a.  O yüzden ben gittim Sakız'a. Ama telefon numarasını hatalı vermiş, ulaşmamız gereken yere ulaşamadım bir türlü. Çantamla kaldım ortada. En son bu numarayı arıyorum dedim. Yok öyle biri dediler, sonra bir tane  adam bu isim bana yabancı gelmiyor dedi, o birini aradı, o ötekini aradı, o şekilde ulaştım. O kısmı çok gergindi. En kötü ihtimalle bir bakkal amcanın evine sığınırım, orada kalırım diyordum. Doğu'da insan bir  şekilde ağırlanacağına güveniyor. Zaten "Hiç bulamazsam, kapı kapı araştırır bulurum" diye bir güven geliyor  insana. Sonra buluştuk 15 gün güzel zaman geçirdik. Ama ne olacak ki? Irak'a mı kaçacağız? Ben İstanbul'a  döndüm, o Süleymaniye'ye...
Bu hikayeyi Hüseyin Karabey nasıl keşfetti?
Hüseyin bizim tiyatroda video enstalasyonları çekiyordu. Ben de daha önce Boran ve Sessiz Ölüm'ü seyredip, çok etkilenmiştim. İyi bir dostluğumuz oldu. "Bak bunları yazdım" diyecek kadar sadelikte bir insandı. Ben  kendi çapımda, tam bir cahil cesaretiyle yazmıştım. İçine şiirler, mektuplar koymuştum. "Bunu ilk uzun metrajlı  kurmaca filmim yapmak istiyorum" dedi. Heyecanlandım, korktum. Gerçek olması da bir korku yarattı. Film  olursa herkes duyacak. Bu senaryonun içine Hüseyin'in tanıklık ettiği hikayeleri de koyduk. Ressam, sınırdaki anne, beni Habur'a götüren taksi şoförü gibi. Güzel bir ortak çalışmak oldu. Benim hikayemin içine onun  tanıklıkları da girdi.
Çekimler sırasında plana dahil olmayan sahneler de çekildi değil mi?
Çekimler sırasında bir düğüne denk geldik ve kaçırmadık hiç. Ben “Düğün” dedim açtım kapıyı, hemen halaya katıldım, onlar geldi, çekim yaptılar. Sessiz bir akitle çalıştık. Ben halayın zevkini çıkartırken, Hüseyin gelip,  "Ayça gelin orada, damat orada bir de oraya git" diyordu.
Filmin bitmesinin ardından bu kadar başarı  kazanacağını, ödül kazanacağını düşündünüz mü?
“Galiba bir sıcaklık olacak” diye düşündüm. Ama ödül gelecek, şu olacak, bu olacak diye düşünmedik. Bütün  eforu filme harcadığımız için. Bizim için küçük bir filmcikti. Hakikaten sıfır beklenti vardı. Ama Emek Sineması'nda gösterilirken, bayılacağım sandım. Hayatımda u kadar korktuğum ve heyecanlandığım bir an  olmadı.
Filmi izledikten sonra "Vay be süper bir aşkmış" diyor mu insan?
Ben artık yakınlardan bir yerlerden birilerini bulsam daha iyi olacak diye düşündüm filmi izledikten sonra.  Herhalde bir kere olur hayatta böyle şeyler. Bir insan için bu kadar yol kat edilebilir ama bu kadar kendi  canını, hayatını hiçe sayarcasına yapmak da bazen endişelendiriyor beni.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder