27 Ekim 2010

Bejan Matur: Kürtler Kayıplarına Sahip Çıkmıyor...

DTP operasyonları, Hakkari’de öldüresiye dövülen çocuklar, Şırnak’ta ve Şemdinli’de öldürülen 10 askerden yola çıkıp şair Bejan Matur’la konuştuk. Diyarbakır Kültür ve Sanat Vakfı Başkanlığı’nı yürüten Matur “kanamış bir solukla bakmaktan yoruldum/ kimsesi yok kimsenin” diyen duyarlılığıyla bu zor günleri anlattı...

Son yıllarda Diyarbakır’dasınız. Yerel seçimler oraya nasıl yansıdı?
Kimlik vurgusu belirgin olan bir seçimdi. Bu vurguyu fizik olarak da görünür kılan bir seçim haritası çıktı ortaya. Kürtler Kürt olduklarının, kıyı kesimlerde yaşayanlar seküler hayat tarzlarından ödün vermek istemediklerinin, Orta Anadolu muhafazakâr, liberal kimliğinin altını çizdi. Bu seçim çoğulcu demokrasi hayali olanlar için, Türkiye’de kimlikleri yok saymadan birarada yaşamanın mümkün olabileceğini gösteren bir seçim gibi de okunabilir. Bazılarının iddia ettiği gibi ayrışmaya değil, daha anlamlı bir birlikteliğe referans olabilecek bir seçim.
Seçimlerin ardından gelen operasyonlar, Cemil Çiçek’in “DTP Iğdır’ı da aldı, Ermenistan sınırına dayandı” açıklaması ortamı yeniden gerdi değil mi?
AKP’de farklı eğilimler var. Zaman zaman öne çıkan milliyetçi damardan AKP’ye bir hayır doğacağını sanmıyorum. Çünkü AKP’yi bir Türkiye partisi yapan milliyetçi eğilimi geri planda tutmasıydı. 22 Temmuz’da da Kürtlerden bu yüzden oy aldı. Çiçek’in açıklaması son derece olumsuz ve tehlikeli. AKP kalıcı olmak istiyorsa, Cemil Çiçek’in temsil ettiği düşünceye mesafe koymak zorunda. Bu söylem AKP’yi küçültür. DTP’de de benzer bir eğilim var. Benzer bir şekilde sadece oy aldıkları sadık tabana hitap eden bir siyaset üretiyorlar. Oyunu aldığı daha geniş kesimlerin beklentileri siyasetlerine etki etmiyor.
İktidarın son dönem politikaları Kürtleri küstürüyor mu?
Seçim sürecinde bölgedeydim. Erdoğan yanlış yerlere çekilebilecek cümleler kullandı ve bunları tamir etmek için hiçbir şey yapmadı. Onun yanlışlarını da DTP çok iyi kullandı. “Beğenmeyen çeker gider”i seçim kampanyası boyunca işlediler. Seçmenini ajite edecek her türlü argümanı tedavülde tuttu DTP. Bir  tür kutuplaşma yarattı. Biz ve onlar ikilemi seçmenin zihninde somutlaştı. “Biz kendimize oy vereceğiz, Kürdün hakkı Kürde” cümlesini sokaktaki herkesten duyabilirdiniz o günlerde. Hal buyken Başbakan “Kimlik isteyenler, kimlik siyaseti yapanlara, hizmet isteyenler bize oy versin’ diyerek rakibini adres gösterdi.
AKP Kürt konusunda nerelerde yanlış yapıyor?
AKP’nin dış siyasette gösterdiği başarı iç siyasette yok. Dış siyasette kompleksiz, kendiyle barışık bir tavır içindeyken, iç siyasette aynı cesareti gösteremiyor. Halbuki dış siyasetteki başarının kalıcı olması içerdeki iyileştirmelerle doğrudan ilişkili. Türkiye kendi Kürtlerini memnun etmeden Ortadoğu’da uzun vadede bir aktör olma şansını elde edemez. Irak Kürtleriyle ilişkileri sıcak tutması son derece önemli ve gerekli, ama aynı  konuşma içerde de başlatılmalı. AKP demokratikleşme konusunda çıtayı çok yükseltiyor ama icraatlarıyla  altında kalıyor. TRT Şeş’i açıyor ama Diyarbakır’da Kürtçe yayın yapan Gün TV’yi kapatıyor. Verdiği bir hakkın yasal güvencelerini oluşturmak konusunda pasif kalıyor. Seçimde olan budur.  22 Temmuz seçimlerinde Kürtlerin AKP’yi tercih nedeni AKP’nin statükoyla sorunlu bir parti olmasıydı. Kürtler bir özdeşlik kurmuştu.  Devletle olan meselesini AKP çözer diye düşünmüştü. Bu özdeşliği yok edecek bir iktidar portresi çizdi AKP. Bölgede kamu bürokrasini seçim için seferber etmesi seçmenin gözünde onu devletle özdeşleştirdi.
Orduyla mesafesi de Kürtler üzerinde olumlu etki yaratmıştı değil mi?
Kürt meselesini çözeceği izlenimini yaratmıştı. Fakat şimdilerde meseleyi orduya havale etmiş görünüyor.  Siyaset zayıf olunca Genelkurmay Başkanı sözü alıyor ve bir askerden hiç beklenmeyecek duygusal samimiyette görüşlerini belirtiyor. Dünyanın hangi demokrasisinde asker siyasetin konuları üzerine bu kadar uzun görüş verir? Başbuğ’un açıklamalarından şunu anlayabiliriz; Türkiye’de darbeler dönemi kapanmıştır! Zaten dünyada da darbe yapmanın bir haysiyeti kalmamış görünüyor! Ama yine de askerin duygusallığı pek hayra alamet bir durum değil! Askerlik sınırları belirlemiş teknik bir alan olarak tanımlanmak zorunda. İktidar partisinin icraatlarıyla o alanı doldurması, askere söz hakkı bırakmaması beklenir.
İktidarın bu konudaki yetersizliği Kürtlerde “Biz bu ülkenin istenmeyen insanları, üvey evlatlarıyız” duygusu yaratıyor mu? 
Kürtlerde bu duygu zaman zaman azalsa da hep var. Ayrıca bu seçimlerde DTP istenmedikleri temasını durmadan işledi. Biz duygusunu harekete geçirdi. Önceleri CHP’ye oy verenler dahi DTP’ye oy verdi. Seçim akşamı Diyarbakır’da yerel seçim kazanmış bir partiden çok, savaş ilan etmiş ve o savaşı kazanmış bir parti  görünümü vardı. Bölgede AKP’yi cezalandırmak istedi seçmen. Fakat seçmenin genel seçim tavrı farklı  olacaktır. Başbakanı seçecek bir Kürt için Devlet Bahçeli ya da Deniz Baykal’dansa Erdoğan tercih olabilir.  Nasılsa Ahmet Türk’ü seçemeyeceğine göre, Erdoğan’a yönelebilir.
AKP’nin dezavantajı ne?
AKP bölgeyi tanımıyor. İl ve ilçe teşkilatları zayıf. Bürokrasi üzerinden etkili olmaya çalışıyor. Muhafazakâr  kökenli partilerin yaslandığı siyasetçi tipi bölgede daha çok “İhaleci, rantçı, kimliksiz Kürt” olarak anılıyor. AKP bunu çok az değiştirebildi. DTP’li vekillerin profili sıradan, yoksul insanların kolaylıkla özdeşlik kuracağı türden. DTP’de yükselmek için güçlü bir aileden gelmeniz gerekmiyor. Biraz inanmak, biraz adanmak yetiyor. 
DTP sosyal sorumluluk projesi yürütür gibi de çalışıyor bölgede...
DTP’nin son derece aktif bir tabanı var. Bu dinamizm doğru yönlendirilse, Türkiye’nin demokratikleşmesine çok büyük katkısı olur. Son derece politize olmuş, kimlik üzerine düşünen, siyaset üzerine düşünen, geniş bir kesim var güneydoğuda. Bu aslında Türkiye’nin şansı.
Bu siyasetin soluksuz kalacağı bir yer yok mudur? Kürt kimliğinin bugünden yarına tanındığını varsayalım mesela...
Kürtler şu sıralar milliyetçiliğin başdöndürücü cazibesini yaşıyor: Kimliğin keşfi ve onunla büyülenmek, ifadesini orada bulmak. Bütün milliyetçilikler gibi varlığının zemini olarak o dar kimliği görüyor. DTP’nin önünde bir  sınav var. Seçimden başarıyla çıkmış olmaları büyük bir avantaj. Bu avantajı nasıl kullanacakları, geleceklerini belirleyecek. DTP’nin liberalleşmesi gerekiyor. Kendi tabanlarından gelmeyen ama oylarını aldıkları insanların da hayat hakkının olacağı bir siyaset üretmek zorundalar. Tek bir ağızdan çıkan, klişe, radikal bir siyasetle  daha fazla gidemezler. Ben bunun DTP’nin son seçimi olduğunu düşünüyorum. Bu üslupla bir sonraki genel  seçime giremezler.
DTP’nin tüzüğünde sosyalizm referansları oldukça fazla. Ama DTP’ye sosyalist bir parti demek mümkün değil...
Marjinal ama dar alanda oldukça sert bir siyaset üreten bir yapı var karşımızda. DTP’nin organik yapısı  anlaşılmaya muhtaç. DTP’yi tanımıyoruz. Merkez siyasetteki bir partiye baktığımız araçlarla bakıyoruz. Oysa DTP olağanüstü şiddetin yaşandığı bir bölgeden çıkmış bir parti. Sahip olduğu değerler başka bir merkezden,  ki bu merkez çoğu zaman İmralı, kimi zaman Kandil bazen de Avrupa oluyor. Kendi siyasetini üretemiyor. O bağlantıları kesip kendi merkezine taşıma gücü yok. Türkiye demokrasisi de buna müsaade etmiyor. Çoğulcu  yapısını genişletmesi için kendi içinden güçlü bir figür yaratması lazım. Farklı sesler Öcalan karizmasının  gölgesinde kalıyor. Her fırsatta örnek gösterilen Sein Fein örneği burada ne yazık ki geçerli değil. DTP’nin  içinden bir Garry Adams çıkması mümkün görünmüyor.
PKK olmazsa barış olur mu peki?
Şu çok önemli; daha fazla şiddetle hedefe varılmayacağını asker de PKK’da dile getiriyor. PKK’nın yorgun olduğunu düşünüyorum ben. Kandil yorgun. Artık şiddetin çözüm olmadığını PKK anlamış durumda.  Siyasetçiler anlamıyor! Kuzey Irak’taki Barış Konferansı arayışları buna işaret ediyor. PKK’nın siyasallaşmak  niyeti açık. PKK dediğiniz Kandil’de üç beş bin gerilladan ibaret değil. Avrupa’da devasa kurumları var. Vaktinde Milli Görüş Avrupa’da illegal örgütleniyordu, daha sonra Refah, Saadet, AKP’ye eklemlenerek, sisteme dahil hale getirildi, PKK’nın sisteme dahil edilmesi sorun şu süreçte. Bunun şartları var mı? Uluslararası konjonktürden bakıldığında “şiddetle bir yere varılmaz ve şiddeti temsil eden bir yapıya artık yer yok”  düşüncesi hakim. “Bunun adı PKK olmaktan çıkarılmalı” deniyor belki de. DTP olur, başka bir şey olur. Burada düğüm noktası Öcalan. Öcalan’ın kendisinden bağımsız üretilen sembolizmin gücü ortada duruyor. İmralı’ya kapatılmakla da mistik bir hareyle taçlandı! Görünmeyen, bilinmeyen, gaybın sesi gibi. Bazı Kürtler  üzerinde neredeyse mistik bir etkisi var. Eskiden Kürt meselesi bir kimlik ve dil sorunuydu, şu haliyle de bir  Öcalan sorunu. Türkiye bu düğümü çözmek zorunda. Öcalan düğümünü çözmeden bu meselenin şiddet
boyutunu iyileştirme ihtimali çok zayıf. Sorun dönüp dolaşıp Öcalan adına kilitleniyor çünkü
Kürtlerin yaşadığı sıkıntılar, köy boşaltmalar, faili meçhuller hâlâ Türkiye’nin tamamında yeterince bilinmiyor... 
Bütün devletler hata yapabilir ama hataların tamiri o ülke demokrasisinin düzeyini yansıtır. Büyük travmaların tamiri için hiçbir şey yapılmadı. Ciddi bir yok sayma eğilimi var. Kürtlerin de faili meçhuller konusunda yeterince ilgili davranmadığını düşünüyorum. Onca köy boşaltılacak, onca ölüm yaşanacak ve siz Newroz  alanına toplandığınızda “Biji Serok Apo” diyeceksiniz. Kayıplarınızdan birinin fotoğrafı olmayacak elinizde. Newroz meydanına toplanan 500 binden en az 10 bini kayıpların fotoğrafını taşımalı, siyah giymeliydiler. Yasınıza sahip çıkarak başkalarında bir vicdan yaratırsınız. Kayıpların bu kadar kolay kabullenilmesi ve yasının dahi tutulmaması çok hüzünlü. Kayıplar bir yere gitmezler aslında, bir vicdan olarak gökyüzünden bize bakarlar. Kayıplara sahip çıkılmasında başka hesaplar devreye giriyorsa oradaki etik sapmayı insanlar görür.  “Bir oğlum var onu da göndereceğim” diyen değil, evladının acısını yüreğinde hisseden asker ya da gerilla annelerinin sesi daha güçlü çıkmalıydı. Kendi haline bırakılsalar, o yaslı annelerden hiçbir iktidarın karşısında dayanamayacağı bir güç çıkar. Ama siyasete malzeme ediliyorlar. Vakarı, gücü dağılıyor. Ölümü ve kayıplar  hesapsız bir alana taşımayı başarmak zorundayız. Barışın dili ancak böyle kurulur. Hakkari’de bir çocuk, polis dipçiğiyle öldüresiye dövülünce bunun orada karşılığı “Bize hâlâ neden bu yapılıyor” diye bir sürelik duraklama mı, “Birini kaybettik, yola devam” mı? Şiddeti bu kadar tolere eden, sıradanlaştıran bir toplum kayıp bir  toplumdur. İnsanın kaybı siyasete tahvil edilmemeli. Ölümün yarattığı acı bir ranta dönüştürülmemeli. 17 bin 500 faili meçhul varken, kayıpların üzerine giden Ergenekon sürecine hep bir “Acaba?” sorusuyla yaklaşmalarında ciddi bir sorun var. Hakkari’deki küçük çocuğun dipçiklenmesi tam bir üzüntü ve vicdan  yaratmışken hemen ertesi gün 10 şehit. Karşılıklı birbirini besleyen şiddet sarmalı. Dolayısıyla iki tarafta da şiddetten nemalanan bir yapı var...
Maraş olaylarını hatırlıyor musunuz?
10 yaşındaydım olaylar olduğunda. Tanıdıklarımız, kuzenlerim ateşin ortasındaydı. Aile dostlarımızdan kaybettiklerimiz oldu. Olaylar olurken Maraş’a 25 km uzaklıktaki bir köydeydik. Bütün o tufanı uzaktan da olsa yaşadık. Hiç unutmadığım sahneler var; köye gelip “Ne duruyorsunuz, insanları kesiyorlar, kadınları öldürüyorlar” diye çığlık çığlığa yardım isteyenler olmuştu. O gün bir tragedya sahnesi gibi erkeklerin önüne  baktığını, kadınların çaresizlik içinde ağladığını hatırlıyorum. Bir şehir yanıyor, insanlar katlediliyor ve siz  çaresizsiniz. Silahını kapıp yardım için giden gençlerden öldürülenler oldu.
Size çocuk olarak açıkladılar mı ne olduğunu?
Sanırım üzeri çok da açılmak istenmedi. Büyük bir suskunluk ve acı vardı. İnsanlar, biz ve onlar diye ikiye  ayrılmıştı. Benim şiirimdeki kesik başlar, kanlar, ölümlerin belki de çocukken duyduğum katliamla ilgili  olduğunu düşünürüm bazen. Ova köylerinde yaşayan Kürt Aleviler katliamı takip eden yıllarda Maraş’a zorunlu olmadıkça gitmediler. 65 km öteye Antep’e gidiyorlardı. Maraş’a küsmüşlerdi. Alevilerin Maraş  merkezle ilişkisinin normalleşmesi yıllar sürdü. Hâlâ da sorunludur. En küçük krizde ortaya çıkar “onlar bizi  katletti” duygusu hâlâ canlı. Türkiye’de yaşanan her şey gibi Maraş olaylarıyla da yüzleşilmedi. Maraş’a her gittiğimde garip bir huzursuzluk yaşarım. Orada bir gece bile uyumadım. Yıllarca Antepli olduğumuzu söyledik çoğumuz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder