25 Ekim 2010

Aziz Üstel: Hayat Beni Kalın Derili Yaptı...

Aziz Üstel’in ilk şovmen olduğunu bilirsiniz de, kült roman Otomatik Portakal, unutulmaz dizi Kaçak’ın çevirmeni olduğunu bilir misiniz?Ya da Vietnam Savaşı’na gitmemek için ABD’den Türkiye’ye gelip, Kemal Tahir’le ahbaplık ettiğini? Üstel’le bu uzun yolculuğunu konuştuk... 


Bir söyleşinizde hayatım roman değil romanım hayat" demişsiniz. Sekiz yaşınızda Amerika’ya gidip 21 yaşınıza kadar orada yaşadınız değil mi?
Sekiz yaşınızda kendi tercihinizle bir yere gidemezsiniz. Babam tercih etti ve gittik. 17 yaşıma kadar babamla aynı evde kaldık rahmetli kardeşimle birlikte. 17 yaşıma girdiğim gün babam üvey annemden şöyle bir mektup aldı: "Aziz'in bu evden gitmesi gerekiyor, çünkü bu ev küçük, o gitmezse ben çocuğumla birlikte Türkiye'ye dönüyorum." Yeni çocukları doğmuştu. Ev de küçük müçük değil bu  rada. Kendimi San Francisco sokaklarında buldum. Sonra hem okudum, hem çalıştım... Yıllarca böyle geçti ömrüm...
Evden ayrılırken gidecek başka bir yeriniz var mıydı?
Hiçbir fikrim yoktu. Manavın yanına girdim çırak olarak. Bir arkadaşımın iki odalı bir evi vardı, onun kirasının üçte birini ödeyebiliyordum. Manavda çalışmaya başladım. Ondan sonra çeşitli işlerde çalıştım. Lağım  temizledim, sokak temizledim, çöpçülük yaptım. Bir yaz petrol sahalarında çalıştım, çok da para kazandım. Asgari ücretin 1 dolar 20 cent olduğu dönemde saatte 20 dolar kazandım.
21 yaşında Türkiye'ye dönünce Bilgi Yayınevi’nde çalışmaya başlamışsınız. O kadar uzun sürede ABD'de kaldıktan sonra Türkçeyi çeviri yapabilecek düzeyde kullanmayı nasıl öğrendiniz?
Askerlikle Türkçem düzelmeye başladı ve çok kitap okudum. Elime ne geçirdiysem okudum. Türk edebiyatında Taaşuk-u Talat-u Fitnat’tan başlayıp okudum. Aklına kim geliyorsa, Kemal Tahirler, Yaşar Kemaller, Hasan İzzettin Dinamolar, Sabahattin Aliler, Ahmet Rasimler, Aziz Nesinler, sağcıymış, solcuymuş bakmaksızın deliler gibi okudum. Türkçemin çok gelişmesine neden oldu o. Sonra Allah rahmet eylesin, İlhami Soysal bana çok yardımcı oldu. Ondan çok şey öğrendim. Kemal Tahir'den çok şey öğrendim.
Döndükten sonra Türkiye'de çok canlı bir kültür ortamına düşmüşsünüz...
Kimseye nasip olmaz. Kemal Tahir'in Göztepe'deki evine ilk girdiğimde iki kişi oturuyordu evde, biri Bülent Ecevit, biri İsmail Cem. 22 yaşındaydım. Kaç kişiye nasip olur böyle bir şey? Biraz sonra Mehmet Barlas geldi. Bunların kim olduğunu da bilmiyordum. Kemal Tahir'in evinde İsmet Bozdağ'ı tanıdım. Daha nice insanları tanıdım. Naci Çelik, Selim İleri... Kemal Tahir çok farklı bir adamdı. Bana her şeyi sorgulamayı, hiçbir şeye yüzeysel bakmamayı öğretti. Bütün diyalektiği öğretti. O Bilgi Yayınevi'nin sıcak ortamı bana çok şey öğretti. Sonraki yıllarda Atillâ İlhan'la ahbaplığımız oldu. 70'lerden sonra Türkiye'nin çivisi çıktı, bu tür ortamlar bitti. İnanır mısın, Hasan Hüseyin'in Acıyı Bal Eyledik kitabını yayınladığımızda, 10 günde altı bin sattı. Hangi şairin kitabını yayınlarsın da 10 günde altı bin satarsın? Füruzan'ın Benim Sinemalarım kitabını sekiz bin bastık, "Çok basıyorsunuz" dedi. İddiaya girdik. Ben “Bir ayda satılır” dedim, 24. günde bitti kitap. Bana Vakko'dan bir kravat aldı. İnsanlar müthiş kitap okurdu. Çok nitelikli kitaplar basılırdı, kitaplar çok tartışılırdı. Devlet Ana çıktı, kitap yetiştiremedik. Kitabın müthiş satıldığı, insanların kitap okuduğu, kitap tartıştığı bir dönemdi. Bıçak gibi kesiliverdi 12 Mart'ta.
Yayınevinde çalışmak başınıza hiç dert açmadı mı?
Devlet Ana ve Yorgun Savaşçı kitabı toplatılmıştı. Ama unuttukları bir şey vardı, bu kitaplar genelkurmay dergisinde “Akşam dersleri için nöbetçi subaylarca kıtalara okutulacak, anlatılacak” diye tavsiye edilmişti. Rahmetli avukat Orhan Apaydın'la beraber, elimizde bu dergiyle büyük bir saflıkla gidip "Bunları nasıl toplarsınız, genelkurmay dergisinde, genelkurmay başkanının tavsiyesi var" dedik, karşılığında dayak yedik. Anlatmakla bitmez. Ondan sonra kitaplar serbest bırakılınca almaya gittik, kitapların yerlerinde yeller esiyor. Amerika'dan geldiğiniz dönem, 1968'in yansımalarının ABD'de yaşandığı dönem.
Türkiye'de bambaşka bir ortama düşünce bir şaşkınlık yaşamadınız mı?
Hayır yaşamadım, çünkü benim Amerika'dan geldiğim dönem Vietnam Savaşı’nın alevlenmeye başladığı dönemdi. ABD'de çok ciddi protestolar vardı.
Kardeşiniz de savaşa katıldı değil mi?
Evet, ama ölmedi, geldi sonra başka bir nedenle öldü. Amerika'da da çok baskıcı bir dönem yaşandı. Kennedy'nin ölümünden sonra Amerikalıların akıl almaz saçmalaması sonucu, Vietnam'a savaş ilan edilmedi,  polis hareketi olarak nitelendirdi. 700 bin askere “askeri danışman” denildi. Dolayısıyla da savaşın adı konulmadı. Zorunlu askerlik başladı, insanlar kaçtı, baskıcı dönem başladı. İnsanlar kayıt kartlarını yaktılar. Çok kargaşalı bir dönem vardı. Ben kaçtım, Türkiye'ye geldim. Ne işim var hiç de inanmadığım, son derece saçma sapan bulduğum bir savaşa niye gideyim? Ama kardeşim o yolu seçti, Vietnam’a gitti. Yeşil kartımı da,  her şeyimi de bıraktım geldim ben.
Sizin bilinmeyen bir diğer yönünüz çok önemli romanları Türkçe'ye kazandıran isim olmanız. Mesela Otomatik Portakal...
Bilgi Yayınevi'nde başladım çeviriye. 52 tane kitap çevirdim. Rusların bir atasözü var ona çok inanıyorum,  "Çeviri güzel kadına benzermiş, sadığı güzel olmaz, güzeli sadık olmazmış". Ben daha çok yorumlardım.  Otomatik Portakal benim canıma okudu. Yepyeni bir dil yaratmış adam. Ben de Türkçe'de yepyeni bir dil yaratmak zorunda kaldım. Türk Dil Kurum Ödülü’ne layık görüldü. Hâlâ satılıyor, okunuyor. Bir başkası  Guguk Kuşu'dur. Ben hiçbir şeyin tam anlamıyla ustası olmadım, bazı şeylerin çırağı oldum, bazı şeylerin kalfası
oldum. Televizyon hariç. Ben televizyonun ciddi ustasıyım. Televizyonu yarım saat seyredeyim, para mı  kazanıyor, kaybediyor, sana rapor ederim.
Televizyonu şimdi nasıl buluyorsunuz?
Vasat ve çok kötü. Şimdi seviye seviyesizlikte aranıyor. Belirli düzeyin üzerinde insanlar ölçüm aletlerini kendi evlerine koydurmuyor. Genellikle düşük gelir düzeyinde insanlar istiyor. Dolayısıyla onların beğenisine göre  programlar çıkıyor ortaya. Bir ülkede en çok okunan yazar Haydar Dümen, en çok güvenilen kadın Seda Sayan olursa, ya ülkede yaşayanlardan ya bu anketi yapan insanlardan kuşku duymak  gerekiyor. Bu ülkede yaşayan insanlardan hiçbir zaman kuşku duymadım.
TRT'ye uzun süre çeviri yaptıktan sonra, yine orada Türkiye'nin ilk talkshow programını gerçekleştirdiniz.
O çok farklı bir şeydi. Cem Duna zamanında başladı. Kenan Evren devlet başkanıydı. Onun karşısında bacak bacak üstüne attığım gerekçesiyle atıldım işten.
Böyle müdahalelerle karşılaşacağınızı düşünmemiş miydiniz?
Ben onu Nuri Çolakoğlu'nun ricası üzerine yapmıştım. “Deneme çekimi yapalım” dedik, üzerimize kaldı olay, dokuz sene devam etti. Elitler özellikle karşı çıktılar. İnsanları böyle kartondan kesilmiş gibi gösteren, annesine bile “Hoşgeldiniz hanımefendi” diyen adamın dışında, “Naber, nasılsın?” diyebilen bir adamın gelmesi, halkın dilinin oraya taşınması onları çok rahatsız etti.
12 Eylül’ün yarattığı duvarların yıkıldığını mı düşündüler?
Tabii, insanların bu kadar çok izlemesinin de nedeni oydu zaten. İnsanlar çok keyif aldılar. Ama bir dönem  sürdü. Bir buçuk yıl TRT'de sekiz buçuk yıl Star'da devam etti. Gecenin Konukları çok keyifli bir işti.
Sizi kim keşfetti?
Cem ve Nuri gerçekçi ve akılcı bir yaklaşımla, "Bu herifin çenesi düşüktür, ağzı iyi laf yapar, kültürlüdür, çok  okur, şu Aziz'le yapalım bu işi" demiş. İkisi de Amerikan, İngiliz mürekkebi yaladığı için biliyor talkshow işini  Müthiş tuttu, akıllara ziyan bir olay haline geldi. Gazetelerde baş yazılar yazılmaya başlandı. Anlayamadım niye? Ama sonunda bana bıkkınlık geldi. Çünkü malzeme de çok kısıtlı. O programı parlatacak olan konuştuğunuz kişidir. O zaman kendim anlatıyordum, ciddiye almıyordum. Sonra üçüncü konuk iyi çıkıyordu, o birinci kişiyi ti'ye almaya başlıyordu. Sonra o bizi mahkemeye veriyordu, böyle sürüyordu.
Hem 12 Mart'ı, 12 Eylül’ü yaşamışsınız ama 12 Eylül’le ilgili kızgınlığınız başka türlü değil mi?
12 Eylül Türkiye'nin başına gelen en büyük felaketlerden bir tanesidir. Onca insanın nâhak yere öldürülmesi. Kendi deyimlerince ve son derece terbiyesizce, “İti ite kırdırdık” dediler. İtler gençleri kırdı aslında. 12 Eylül çok ocak söndürmüştür Türkiye'de. Vietnam Savaşı Sendromu nasıl ABD'de derin yaralar bırakmışsa, 12 Eylül de Türkiye'de bırakmıştır. 12 Eylül’ü yapanların yargının karşısına çıkıp sadece özür dilemeleri bile yeterli. Çok büyük bir haksızlık çünkü.
Kenan Evren'le karşılaştığınız zaman ne hissetmiştiniz?
Görmüyordum bile. Boş. Antipati duymak için bir şeyler hissetmek gerekiyor, hiçbir şey hissetmiyorum ki.  Bomboş.
Türkiye'de şu anda yaşanan süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?
Eğer Ergenekon ortaya çıkmasaydı büyük bir olasılıkla yeni bir darbe görmüş olacaktık veya onun hazırlıkları şu anda bitmek üzereydi. Ergenekon bunu bence erteledi. Rövanşı vardır diye düşünüyorum. Bence bitti Ergenekon. Türkiye'nin durumundan umudumu hiçbir zaman kesmedim. Demokrat bir adam olarak hakkını  istiyorsun. Biz hakkımızı istediğimiz zaman ya yandaşlıkla, ya anti-militaristlikle suçlanıyoruz. Her insan gibi  demokrat ve özgür olmak istiyoruz. Korkmak istemiyoruz. Tek sloganımız bu: Korkmak istemiyoruz. "Hâlâ biz sizi korkutacağız" diyorlar.. Bu topraklarda öleceğim. Ama rahmetli Kemal Tahir'in dediği gibi “Mahpus  damında mı, koyun çayırında mı” onu bilemiyorum.
TRT'nin en çok sevilen dizilerini de siz Türkçe’ye kazandırmışsınız...
Serbest olarak çeviri yapmaya başladım. TRT'ye de işler yaptım. TRT siyasi akımlardan çok etkilenen bir kurumdu o zamanlar. Sabahın bir saatinde polis geldi eve. Seçim yasaklarına muhalefetten aldı. Çizgi film  yayınlanmış TRT'de. Çiftlikte geçiyor. Arı horozu sokuyor, horoz kaçıyor, arı sokuyor. Onu da hasbel kader ben çevirmişim. Aklımın ucundan geçmiyor ki. ANAP’ın amblemi arı, MDP'nin amblemi horoz. Aklımın  ucundan bile böyle yorumlanabileceği geçmemiş. Sürrealist bir yaklaşım. Ondan sonra tek tek basarak, bade  süzerek bizi aldılar. Yıldırım Bölge Komutanlığı'nda bir gece kaldık. Bana diyorlar ki "Niye propaganda filmi yaptın?". Delireceğim, "Arı, horozu sokuyor" diyorlar. Bir de o dönem, Yunanistan'dan söz etmek yasaktı, bir dizi almışlar, bizim Faruk Bayhan geldi, "Baba biz bunu netcez?" dedi. Adam geliyor havaalanına, Yunan bayrağı sallanıyor, Akropol arkada. Bu sahneleri kessek film gidiyor. “Bana ne ya” dedim, "Aah Portekiz de  ne güzel ülke, Lizbon'u da pek severim"  diye çevirdim. Bütün filmi bunun üzerine kurduk. Bundan abuk sabuk bir şey olabilir mi? Ben her şeyi düzeltirdim. Sökük diker gibi. Mesela film gelmiş, ses bantı yok filmin. Filmi taktım bakıyorum, ihtiyar bir adam var, çocuklar var, ihtiyar adam koşuyor, çocuklar koşuyor. Ormanda koşuyorlar, adam bunlara bir şeyler gösteriyor. Ben de yazdım buna diyalog: "Ah dedecim orman ne güzel",  "Annen, baban iyi mi?", "Bu ıhlamur ağacı" falan diye. Biz yayınladık filmi. Dedesini ziyarete giden iki çocuk ormanda doğayı tanıyorlar. Film geldi, meğer iğrenç bir pedofil herif, çocukları kaçırmış. Tam bir Üzmez  vakası. Bizim allayıp pulladığımız filme bakar mısın? Film polisiyeymiş. Ne bileyim? Ses yok bir şey yok.  Mecbursun yazıyorsun. Yine de bütün bunlara rağmen TRT bir üniversiteydi, bize çok şey öğretti.
Sizin Galatasaray'la da önemli bir ilişkiniz var...
O bir aşk ilişkisi. Kendimi bildim bileli. 12 yaşında babam boynuma bu kolyeyi taktı. Allah Galatasaray'a zeval vermesin.
Galatasaray'ın bu sezon hakemlerle yaşadığı sorunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
70 milyonluk bir ülkenin hakemi dünyadaki hiçbir organizasyona davet edilmezken, toplam nüfusu Beşiktaş  ilçesinden daha az olan Ferro adalarından iki hakem davet ediliyorsa, o zaman bu işte bir sakatlık var demektir. Türkiye'deki hakemler Türk futbolunun on yıl gerisinden geliyor. Bunun içinde insancıl dürtüler de  var. Bin 250 TL'ye hakemlik yaparken, karşısında üç bin avroluk adamın üzerinde egemenlik kurma  dürtüsüyle hareket ediyor kimi zaman. Ben hakemlerin para yediğine inanmıyorum. Ama fazla duygusal  davrandığını, bu işe yeterince konsantre olmadığını, yeterince çalışmadığını düşünüyorum. Nurlar içinde yatsın  Hasan Doğan yurtdışından hakem hocaları getirecekti, çok zeki bir adamdı. Galatasaray'ın öfkesi ilk değil,  benim yöneticilik yaptığım dönemde de dile getirmiştik. Bunu hakkını aramak olarak yorumlamak lazım. Biz hakkını pek arayamayan bir milletiz. Bu bir adalet arayışı. Hak arayışı olduğu zaman insanlar birdenbire  naralanıyorlar. Star'a karşı da bu oluyor, Taraf'a karşı da bu oluyor.
Anneyle Türkiye'de kalmak değil de neden babayla ABD'ye gitmek gibi bir tercih yapılmış?
O dönem öyle düşünmüşler. Sonraki yıllarda da onu hiç sorgulamadım. Niyeyse beni pek ilgilendirmedi.  Annem belki "ABD'ye giderse daha iyi eğitim görür" diye düşünmüş olabilir. Aslında bilmek de, sormak da  istemiyorum, çünkü o serüven rahmetli erkek kardeşim Enis'in hayatına mal oldu. Annemi sekiz yaşında bir  gördüm, sonra 21 yaşında bir daha gördüm. O zaman anne oğul ilişkisi kalmıyor, iki ahbap ilişkisine  dönüşüyor. Çocukluk döneminiz kayboluyor bir anda. Annenizi yeniden tanımaya kalkışıyorsunuz, 21  yaşınızda annenizi yeniden tanımaya başladığınızda anne kavramını yitirdiğiniz için o size çok hoş bir hanım gibi geliyor. Arada 13 yıllık bir uçurum var, o uçurumu duygusal olarak dolduramıyorsunuz. Ama sizi o kalın derili yapıyor. Bana o hiçbir zaman korkmamayı ve her durumda yaşamayı öğretti. Ben fiili açlık nedir bilirim. Parklarda sokaklarda yatıp kalkmanın ne demek olduğunu bilirim. Benzin istasyonlarında 18 saat çalışıp, istasyonun arkasında bir yerde yatıp, sönüp bir lamba ışığında çalışmak nedir bilirim. Onun için hayatımda hiçbir zaman para önemli olmadı benim için. Sadece keyif aldığım, sevdiğim işleri yaptım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder