29 Ekim 2010

Ekrem Dumanlı: Zaman Değişime Cumhuriyet'ten Daha Açık

 Ekrem Dumanlı’yla buluşmak için pek naif bir nedenimiz vardı, kabul ediyorum. Yeni kitabı çıkmıştı, Anlık Hikâyeler. Ama medyada tasfiye edilecekler, kalacaklar, araftakiler tartışılmasını başlattığı için gazetecilik de girdi sohbetimize. Gazetesi Zaman’a “bir kere okunsa anlaşılacak” diyerek kefil olan Dumanlı’ya göre asıl merkez medya kendine çekidüzen vermeli...

Anlık Hikâyeler içinde insanların hem toplumsal hem bireysel sıkıntılarına yer vermişsiniz...
Bireyin toplumsal olandan aslında hiç kopmadığını, sürekli istese de istemese de bir parçası olduğunu düşünüyorum. Sonuçta hepimizin kaderini etkileyecek önemli hadiseler yaşanıyor, yaşanacak. Bu hikâyeleri  yazarken de, küçük zaman dilimine geniş hadiseleri sığdırmaya çalışırken hep onu bir kenarda tuttum. Onun içinde ister istemez, darbelerden üstü kapalı, üstü açık bahsettiğim oldu. Toplum hayatını etkilemesi açısından futboldan bahsettiğim oldu. İnsanın yine kendi başına kalıp, hayatın, ölümün anlamı gibi her bir bireyin kendi kendine sorguladığı konulara girmiş oldum.
İlk hikâyenizi okurken sizin Yozgat’ta 16 yaşında tutuklanmanız aklıma geldi...
Aslında kendi izlerimin dışında da, benim kuşağımın hikâyelerine göndermeler yapmak istedim. Darbe öncesinin, duvara yazı yazma gibi kendi içinde çocuksuluk da barındıran hadiselerini yazmak istedim. 14  yaşında, 17 yaşında, 20 yaşında çocukların vatan kurtarma ya da vatanı tehlikeden kurtarma psikolojisini özellikle işlemek istedim. 12 Eylül öncesini çok sıcağı sıcağına yaşamış bir insanım. Öğrenci olaylarını, iktidar değişimiyle bütün emniyet teşkilatının, bütün güvenlik sisteminin değişmesini, sağ iktidarken sağın, sol iktidarken solun kollanmasını, şehre dışarıdan insanların transfer edilmesini, karakola abone olan insanları tanıdım.
Siz sağ görüşlü bir insan olarak o dönemde neler yaşadınız?
12 Eylül olduğunda 16 yaşındaydım. 13 gün bir askerî kışlada bir grup arkadaşla kaldık. Darbeyi kimin yaptığını bilmiyorduk. İnsanın ilk aklına gelen soru, bizimkiler mi onlar mı? Sonra gördüm ki, onlara da, bize de işkence yapılıyor. Fark yok. İnsanın vahşi yüzünü gördüm. Sonuçta işkenceci ekip de yaşça çok farklı insanlar değildi. O zaman askerliğe gelmiş, yarın bir gün evine dönecek. Tutuklanmakla mahkemeye çıkmak arasında bir yıl geçti. O dönemde mahkemeler arasında yetki kavgası var. Dosyalarımız gidip gelirken biz bir yıl yattık. Sonra ilk davada salıverildim. Sonra da beraat ettim. Çünkü beni suçladıkları şey biraz farklıydı. “Eğitim  masası şefliği” diye bir suçum vardı, “Eğitim masası şefliği ne demek?” diye sorguda sordum. Dediler ki,  “Kitap okuyormuşsun, konferans veriyormuşsun, insanları biraraya toplayıp onları bilinçlendirecek konuşmalar yapıyormuşsun.” Dedim “Bunların bir kısmını yapıyorum ama bunlar suç değil. Çoğu valilik tarafından izin alınmış faaliyetler. Bunun neresi suç?” Zaten ilk beraat eden de ben oldum davadan.
“Karıştır barıştır”ı yaşadınız mı?
Biz o kadarını yaşamadık ama çok yakın arkadaşlarım yaşadı. Döve döve barıştır. Birbirine sarılan, sarılmak  zorunda bırakılan arkadaşlarım oldu. Aslında kavganın çok derin olmadığı, darbe yapılınca bitmesinden belli.  Her gün 30-40 insanın öldüğü, kurtarılmış bölgelerin olduğu, evde aynı baba annenin çocuklarının birbirine  düşman olduğu bir kavga bir gecede bitmez ki. Sonra baktık sağcılar solcular aynı şirkette çalıştılar, akraba  oldular. Çoğu aynı halk kitlesinin çocuklarıydı, işçi çocuğu, memur çocuğuydular. Nasıl bir sınıfsal fark vardı ki, bu kadar derin bir sınıfsal kavga içinde olsun? Ama her iki taraf da birbirini hain görüyordu. Sonra bir  baktılar ki ortada hain de yok. Sonra hep şöyle düşündüm, devlet çocuklarına bu kadar yapamaz, çocukları  yaramazlık yapsa bile yapamaz. Amaç araç birbirine karışır.
O dönemde ne okurdunuz? Ahmet Hamdi Tanpınar mı, Nihal Atsız mı?
O dönemde en çok okuduğumuz kitap Necip Fazıl, Mehmet Akif, Yahya Kemal. Tabii ki Ömer Seyfettin, Tanpınar, Sait Faik. Batı klasiklerine yönelmem darbeden bir iki yıl öncedir. Dostoyevski benim için zirvesidir.  Peyami Safa’nın bunda çok etkisi olmuştur. Onun romancılığını çok severdim. O kadar hakkı yenmiş bir adam ki. Yıllar sonra her sene bir iki yazarın külliyatına yeniden dönüyorum. Mesela geçen sene Kemal Tahir yılımdı. Kitaplarını yığdım, tek tek okudum. Ondan önceki sene Cemil Meriç. “25 sene önce ne anlamıştım, bugün okuduğumda ne kalıyor?” diye test yaptım. Külliyat okuma işini çok faydalı gördüm kendim için.
Yazarlığı ideolojilerden de soymak gerek...
Tabii, kesinlikle. Bu Peyami Safa’ya yapılan haksızlık, biraz da Kemal Tahir’e yapılmıştır. Kurt Kanunu,  komitacılığı anlatıyor, Kara Kemal’i anlatıyor, İzmir Suikasti’ni anlatıyor, bayıldım. Bugün Ergenekon’u, bir de  o gözle okumak lazım. O dönemde Nâzım okumak çok hoş karşılanır bir şey değildi ve biz de onun etkisinde kaldık. Hiç okumadan Nâzım okumamaya karar verdiğimiz bir dönemdi.
Bir yanda edebiyat varken, nasıl gazeteciliğe bağlandınız, bir yanın naifliği, bir yanın kavgası gürültüsü...
İkisini de hayatın gerçeği olarak görüyorum. Kuşaklar boyu devam eden çatışma hattından bir türlü  kurtulamıyoruz. Biraz coğrafyanın da burada etkisi var. Madem gerçek budur, bu gerçeği içselleştirerek yaşamak lazım. Devlet Kürt sorununu çözeyim diyor, kıyamet kopuyor, Alevi Çalıştayı yapalım diyor, kıyamet kopuyor, katsayıyı düzelteyim, azınlıkların haklarına bakalım diyor, kıyamet kopuyor. Neye elinizi atsanız  kıyamet kopuyor. Ama sonuçta her bulanma bir durulmayı gerektiriyor. Zaman gazetesi çok değişiklikler yaşadı kendi içinde, kendini yenileye yenileye bugüne geldi. Bu değişiklikleri yine tırnak içinde söylüyorum “öbür taraf” yapsaydı, inanın yere göğe sığdırılamazdı.  Mesela Cumhuriyet gazetesinin kendi içinde bir yenilik yapmasını ben çok arzu ederim. Elimden gelse yardımcı da olurum. Ama kıpırtı yok, yaprak kımıldamıyor. Pozisyonlar hiç değiştirilmiyor. 20 sene öncesiyle bugünün aynı olduğu düşünülüyor. Üstelik siz ne kadar değişseniz de, dar bir alana indirgenmek istiyorsunuz. Bunların da altında ezilmemek gerektiğini düşünüyorum. Toplumun bir vicdanı var. Hep şöyle tanımlıyorum, toplumun sezgisi bilgisinin önünde.
Mesela benim annem tüm Cumhuriyet mitinglerini izledi ve Zaman gazetesini eline alması düşünülemez. Ona Zaman’ı nasıl anlatırdınız?
Önyargıyı kırmak çok zor. Sadece bizim tek taraflı anlatmamız da yetmez. Cumhuriyet’teki insanların da bu  konuda bir adım atması lazım. Bizim de Cumhuriyet’e bir adım atmamız lazım. Bu kindarlık, bu etten örülen duvarlar tek başına yıkabileceğimiz şeyler değil. İki sene önce kitap fuarına gittim, Mustafa Balbay kitaplarını imzalıyordu. Meslektaşız, tanışıyoruz, geçerken tereddüdüm oldu. “Merhaba” demek, Cumhuriyet’in standına  girmek demek. Girdim, başladık konuşmaya. Stanttaki herkes pür dikkat kesildi. Gencin biri “İnanamıyorum  bu manzaraya” dedi. Şunu düşündüm, “Bu kadar mı düşmanız?” Ben Cumhuriyet gazetesini yıkabilecek güce sahip değilim, gerek de yok, o da benim buharlaşmamı bekleme lüksüne sahip değil. Türkiye’de insanlar ara ara düşman ilan edildi. Aleviler, sağcılar, solcular, laikler. Ya bunlarla barışacaksınız ya da bu insanları yok edeceksiniz. Tek çare var, bu hayatı beraber yaşayacağız. Annenize sadece şunu söylerim, “Bir kerecik al oku, bir kerecik.”
Sizin bu önyargıda bir payınız olabilir mi?
Gazeteye özen gösterdiğimizi düşünüyorum. Tabii ki hatalarımız oluyor; anlatım hatalarımız oluyor, dil  yanlışlarımız, üslup yanlışı oluyor. Sonuçta büyük bir bilgi havuzunun içindeyiz. Altı, yedi bin haber geliyor. Doğru haber seçemediğimiz, iyi düzeltemediğimiz oluyor. Karşıt görüşler mutlaka alınsın istiyoruz, onun eksik olduğu haberler oluyor. Ama çok samimiyetle, titizlenerek gazete yaptığımızı düşünüyorum. Eğer solcu  olsaydık yere göğe sığdırılamazdık. Entelektüel kesimde erken kalkan mesafe almış. Şu anda sosyal değişim rüzgârı başka bir istikametten esiyor ve merkez medya bu rüzgârın toplumsal şifrelerini, değişim ve dönüşümünü çözemedi. Hiçbir topluluk egemen güç rahatsız diye buharlaşmaz. Sadece görünmez olur. Bu  saatten sonra Cumhuriyet’in çıkmazı da o. “Ben tek taraflı bu insanların beynini yıkarım, bilgi akışını kendi  penceremden sağlarım” demek mümkün değil. Yeni gelen kitlenin içinde manevi değerlerin hâlâ yaşadığını görmek lazım.
Avrupa’da Türklerin hâlâ fesle dolaştığının düşünülmesine mi benziyor Zaman’a duyulan önyargı? 
Doğru, iki yılda bir araştırma yaptırıyoruz. Hızla aşağıya doğru inen gazeteler ve gazete modelleri var. Türkiye’de toplumun bir vicdanı var. Belki bir anda fark etmiyor. Zaman’da çok mesafe aldığımızı, beş, on sene önceki halimize göre çok daha doğru anlaşıldığımızı düşünüyorum.
Taşraya hitap eden bir gazete gibi algılanıyorsunuz değil mi?
Evet, Hilmi Yavuz’un dokuz senedir yazdığını bilmeyen çok insan var. Selim İleri yazıyor, Şahin Alpay yazıyor,  Turan Alkan yazıyor, Etyen Mahçupyan en az ayda bir kere yazı gönderen bir insan. Bejan Matur yazıyor.
Siz korkmadınız mı bu isimleri almaktan?
İşin doğrusu “Yaptığımız değişiklikler yanlış anlaşılırsa ne yaparız?” diye korktuk. Esas önemli olan okurların maksadımızı doğru anlaması. Benim Pazartesi Yazıları bu yüzden ortaya çıktı. Gazetenin kuruluşun 15. yılında  3 kasımda çok büyük değişiklikler yaptık mizanpajından, yazılarına kadar. Sonra düşündük, bunu izah etmek  lazım. Sonra bunu birinin yazması gerektiğine karar verdik, ondan sonra Pazartesi Yazıları’na başladım. Önce  yadırgandım, “İletişim Fakültesi’nde ders mi veriyorsun?” diye soranlar oldu ama hep okurumuzu ikna edelim diye düşündüm.
Zaman’da yayın yönetmeni olmak Hürriyet’te, Milliyet’te yayın yönetmeni olmaktan farklı olmalı. Sarı pantolon giymeseniz de çok şeyiniz dikkat çekiyor... “Namaz kılıyor musun?” diye soran oluyor mu mesela?
Yok öyle bir şeye rastlamadım ama söyle söyleyeyim Zaman’da yayın yönetmeni olmak daha zor. Çünkü  şöyle bir dünya kurgulamıyorsun, “Ben yayın yönetmeniyim, kapımı kapatırım aryamı dinlerim.” Toplum içinde olmak, çarşı pazara inmek zorundayım. İnsanların bizi bir üst zümre gibi görmemesi gerekiyor. Doğru olan da budur. Gazeteciler toplumun bir üst kesimi değildir. Topluma yukardan bakma hakkına sahip değildir. “Hayat standardım budur” deme lüksüm yok. Öyle yazılar okuyorum ki, yok efendim falan kulübe gittim de havyarı oydu da, yemeği buydu da. Böyle bir şeyi Zaman’ın Genel Yayın Yönetmeni’nin yapmaması gerekir. Küçümsenen şeyler var ya cemaat falan diye, bunlar halkın ta kendisi. Halk sizi kendine yakın görüyor, o yakınlık duygusunu hırpalamamak lazım. İyi yönetici olmak budur.
Sizin önünüze hiç beluga havyarı gelmedi mi, aklınızı çelen bir şey olmadı mı?
Yok vallahi, ben kendi kendime hep şu sözü verdim, “Öldüğümde arkamda bağlar, bahçeler, hanlar hamamlar olmamalı.” Eğer düşüncenin bir namusu, şerefi varsa. Başkası piyasa gazetecisi yöneticisidir, çocuklarına yatlar katlar bırakabilir. Ama ben bizim gibi biraz tevekküle, düşünceye dayalı gazetelerin yöneticilerinin arkasında çocuklarına olsa olsa yazdığımız yazılar, yaptığımız işler kalabilir. Bir businessman havasına girdiğim an, bu meslekte de, hayatta da, düşündüğüm felsefede de bitiş noktasının geldiğini düşünürüm. Sonuçta bir şekilde insan, hayatı yaşayıp gidiyor. Ne kadar yaşarsanız yaşayın. İnsan ne kadar çok şeye sahipse o kadar korkak olur, benim hayat felsefem bu. Businessman havasına girersem biterim Zaman’da yayın yönetmeni olmak daha zor. “Kapımı kaparım, arya dinlerim” diyemiyorsun, cemaat falan diye küçümsenenler halkın ta kendisi Bidon  kafa dersen tüp kafa derler
Vakit gazetesi’nin hedef gösteren tavrı hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bu üslubu beğenmediğimi Vakit gazetesindeki arkadaşları küstürecek kadar net bir şekilde söyledim.  Ama aynı şeyi Milliyet için niye söylemiyoruz? Çok yakın bir zamanda Ali Bulaç’ın resmini basıp, “İşte Ortaçağ kafası” diye yayınladılar. Diyelim ki Ali Bulaç yanlış bir şey söyledi, onun karşılığı bu mudur? Türk medyasında “Vakit gazetesi bunu yapıyor, başka kimse yapmıyor” diyemediğimiz bir üslup bozukluğu var. Hrant Dink’in öldürülmesinden başlayıp geriye dönüp Türk medyası çok ciddi bir nefs sorgulaması yapmaya mecburdur. Bir büyük gazetemiz “Sabiha Gökçen Ermeni” manşetini atmasaydı kim tanırdı Hrant’ı? O manşet üzerine Genelkurmay alelacele basın açıklaması yapmasaydı, ne olurdu? Onu namlunun önüne koyduk mu koymadık mı? Vakit küçük bir gazete olduğu için onun üzerine söyleye söyleye gidiyoruz ama merkez medya da bunu yapıyor. Türkiye’de bir sürü Vakit gazetesi var.  
Elenecek gazeteciler eleştiriniz buradan mı kaynaklanıyor?
Bunları söyleyince “Sen kimsin ki bunları söylüyorsun” diyorlar, “Kişiselleştirmeyelim” diyorum ben de.  Gelin üslubumuzu, gazetecilik mantığımızı sorgulayalım. Bu yazıdan sonra kıyameti kopardılar.  Ne diyeyim? İsim vermiyorum. Yalan yazan tasfiye olacak, toplum tasfiye edecek diyorum. Toplum artık  yalan istemiyor. Lakap takan gidecek. Kulp takan, iftira eden, manipüle eden, tekebbür eden kişi ayıklanacak. İsim söylememeniz tartışmayı büyütüyor... Ben “Sen bunu yapıyorsun” demiyorum. “Ben yaparsam ben de gideyim” diyorum. Bu saatten sonra insanlara “Göbeğini kaşıdın, bidon kafalısın  diyemezsin. Bu açıdan bakınca Vakit gazetesini genel üslubun içinde görüyorum. Hiçbir yazar dünyanın  hiçbir yerinde merkez medyada yer alırken, kalkıp “Bidon kafa” diyemez. Biri de kalkar sana “Tüp kafa” der. Böyle bir şey diyemezsin, böyle bir özgürlük yok. Olay buraya geldiği zaman kimse bir şey demiyor,  dediğinizde sizi başka türlü lakaplarla suçluyorlar. Bu işin eleştirilmesine merkezden başlamak lazım. Çünkü pusula biraz onlara göre hareket ediyor. Burada açı beş derece değişirse, orada açı 40 derece  değişir. Kenardaki bazı gazetelerin üslubu çok sert, biçimsiz olabilir ama önce merkezde kitle gazetesi  olmaya karar vermiş gazetelerin değişmesi gerek. Yani, Milliyet Gazetesi öyle başlık atamaz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder