30 Ekim 2010

Erol Günaydın: Bizler Kayıp Adresleriz...

Yılların tiyatro emektarı Erol Günaydın, geçen günlerde “askere çağrıldı”. Oysa kendi 75’ini devirmiş, tiyatroya 50 küsur yıldır emek vermiş bu usta, hayatının iki yılını asker geçirmişti. O zamanın fotoğraflarını, anılarını toparladı, “Yaylalar Yaylalar” türküsü eşliğinde Askerlik Şubesi’ne “teslim oldu”. Olayın üzerinden bir hafta geçti geçmedi, bu kez hastanelere kaldırılıp, büyük bir ameliyat geçirdi. Tüm bu dertler bir olunca, Günaydın’ın misafiri olduk, nasıl hastalandı, hasta hasta nasıl bir de araya reklâm filmi sokmayı başardı, eski Ramazanlardan bugüne ne kaldı, onları da konuştuk. 
 
Önce askerlik yapmadığınız gerekçesiyle askere çağırıldınız, ardından büyük bir ameliyat atlattınız, nasılsınız  şimdi?
Ben daha evvel bir kanser ameliyatı geçirdim, rektum kanseri. Fakat o kadar kötü ameliyat ettiler ki beni, “Kanserin hemen hemen bitti hiç yok” dediler. Kemoterapi bile görmedim, bütün vücudumu, bağırsaklarımı  kestiler. Sonra bağırsaklarımı diktiler ama dikerken hata yapıp çok dar diktiler. Ben hep sancı içindeydim.  Hep kabız zannediyorum, lavman yapıyorum, bir türlü düzelmiyorum. Doktor doktor dolaşıyorum, onlar da lavman yapıyorlar bana. Böyle geçip gidiyor, ben de halbuki zehirleniyorum. Derken, Müjdat (Gezen) beni bu  Roman Star programına çağırdı. Kalktım, sancım çok, başım dönüyor, hasta hasta gittim. Sarhoş gibi  konuşuyorum. Oradan çıkıp eve gelirken kapıda bayıldım. Kendimden geçtim. Allahtan ki kendimden geçtim, aşağıya indirip burada beni yatırsalardı ölmüştüm. Hemen dediler ambulans çağıralım. Yoğun bakıma kaldırıldım, kıyametler kopuyor. Kızım bağırıp çağırıyor, lavman yapıyorsunuz hiçbir şey değişmedi diye.  Sonra yoğun bakımda başka bir kadın, “Bunun her tarafı tıkanmış, zehirlenmiş bu” dedi. Derhal ameliyata  alındım. Şimdi ben hiç bir şey hatırlamıyorum, karanlıklar içindeyim ama bir ara öyle bir yere gittim ki, ahiretlik bir yere. Etrafımda zebaniler adamlar. Konuşuyorlar bunu ne yapacağız diye, kararlar alıyorlar. İçlerinden bir tanesi diyor ki, “Askerlik yapmadı bu, gönderin bunu geriye” diyor. Ondan dolayı bir ara gözümü açtım, bir  yatakta yatıyorum, nereye geldim, nasıl oldu diye şaşkınlık içindeyim.
Askerlik uğruna geri döndünüz yani? 
Evet. Kendi kendime bu halde gülmeye başladım. Demek ki o kadar etkilemiş beni bu iş. Ondan sonra yarmışlar bağırsağımı, karnım delik teşik. Sonra, bir yandan yoğun bakım, bir yandan telefonlar yağıyor.  Sağolsun, o kadar çok sevenim varmış ki, arayanlar soranlar muhabbetler. Kızlarım başımda. Gitti gidecek  diye üzüldüler. Allahtan askerliğimi yapmadım diye döndürdüler. Yalnız şuna kızdım, internette bir tane adam çıkmış, “Ne demek, bunlar artisttir belki de yapmamıştır” yazmış, ulan serseri senin daha baban dünyada  yokken, ben askerdim. 50 sene geçti aradan. Yapmaz olur muyum? Diyadin’de, Ağrı’da, Sivas’ta,  Temeltepe’de kayıtlarım var. Havan topuyla eğitim gördüm. Fakat öyle bir hesap etmişim ki, askerde bir gün  fark edip çok güldüler, havan kendi kafamıza düşüyor. Çok eğlenceliydi askerliğim benim. O yüzden çok kızdım o adama. Biz elli senelik adamlarız, şimdikiler gibi değiliz. Neyse, gözümü açtım, “Eyvah” dedim,  “İkinci popo açıldı şimdi buraya”. Ama, ne şehittir ne gazi tam bok yoluna gidiyordu Niyazi.
Bu hastalık arasında bir de reklam çektiniz, o nasıl oldu?
Kolay değil hastanede bakılmak. Yoğun bakımlar, ilaçlar... Gene iyi direndim. Dediler ki, “Bacı Kalfa oynar  mısın?” Düşündüm, “Yaparım” dedim durduk yerde. Hastaneden çıkınca param da kalmadı. Başladım  antrenmanlara. Bir tezgâh yaptılar bana, gittim, bir de bacı reklamı çekmez miyim orada? Sonra eve geldim,  merdivenlerden taşıdılar beni. Şimdi yeni yeni yürümeye başladım. Fakat ben bu kadar büyük hastalıklara  düştüm, herkes teklifte bulunuyor bana. Yahu o kadar senedir oturuyorum burada kimse kapımı çalmadı. Bir teklif, bir teklif. Diziler, filmler. Bir film çekeceğim, “Orada” diye. Şimdi değneğimle yürüme antrenmanları  yapıyorum evde. Büyükada’da çekilecek o film. Sonra belki, deprem filminde oynayacağım. Dizilerden  yoruldum çok. Kısa fakat renkli rolleri çok seviyorum. Kişiliksiz rollerden nefret ediyorum. Yaşlı adam rolü  olunca hemen beni arıyorlar. Ben yaşlıyım ama kişilikli rol isterim. Ufacık rol de olsa akılda kalsın. Mesela şemsiyeli adam, bayılırım. Açarım şemsiyemi, paçalarımı sıvar, seke seke karşıya geçerim, kimse de unutmaz onu. Bir an evvel iyileşmeye bakıyorum. Karnımdaki yaralar acı veriyor. Konuşurken diyaframı çektiğim zaman müthiş acı çekiyorum. Yavaş yavaş onlar da geçecek.
Bu hastalık döneminde neden bu kadar yoğun çalıştınız?
Valla bir şey söyleyeyim mi, geçen sene Bilecik’e turneye gitmiştim, Kültür Bakanı Ertuğrul Günay oraya geldi. Bir ödül verdi bana, sırtımı okşadı. Dedim ki, “Valla yıllar yılı ilk defa bir Kültür Bakanı’nın sıcak eli sırtıma  değdi”. Çok hoşuna gitti. Hastanede yatıyorum, beni aradı, “Nasılsın?” dedi. “Sıcak elinden sonra, Kültür Bakanı’nın sıcak sesini duydum” dedim. “Bir şeye ihtiyacın var mı?” diye sordu, “Yok” dedim. Var tabii denir  mi? Bir üçüncü defa ararsa, “Kültür Bakanı’nın kadifeden kesesi, şıkır şıkır gelir sesi” diyeceğim. Yıllardır  devletten tek kuruş yardım görmedim. Tiyatro yaptım, tiyatrolara yardım ettiler ama tiyatroculara bir kuruş  dahi vermediler. Nejatcığım (Uygur) hastalandı, sağ olsunlar ona biraz yardım yaptılar, Münir’e de (Özkul ) yaptılar. Onlar daha ağır vaka. Ben yine çalışabiliyorum, onlar çalışamıyor. Zaten kaç kişi kaldık, Gazanfer  (Özcan), Münir, Nejat, ben. Haa bir de şimdi ramazan geldi. 20 gün sonra Taksim’de Ramazan muhabbeti  için çağırıyorlar gideceğim, geçmiş günleri anlatacağım. Artık bileni edeni yok. Çok güzel şeyler geldi aklıma yattığım yerde. O devrin meddahları, şusu, busu. Rasim Öztekin’le birlikte gideceğiz. O bir yere kadar  anlatacak, ben bir yere kadar.
Siz Ramazanların değişimine tanıklık ettiniz, nasıl buluyorsunuz bu zamanları?
Bu zaman da çok güzel zaman. Ben “Benim gençliğim çok güzeldi” diyenlerden değilim. Yokluk içindeydik ama yoksul değildik. Şimdi bolluk içindeyiz ama yoksuluz. Bu kadar bolluk içinde insanlar nasıl aç ona hayret  ediyorum. Pirinç yiyemiyorlar, ekmek yiyemiyorlar, kıyamet kopuyor. O zaman para yoktu. Herkes fakirdi  ama insanların karnı toktu. Herkes birbirine bir şey ikram ederdi. Şimdi Ramazan çadırı diye bir şey görüyorum, öyle bir şey kurulmazdı, çok ayıptı. İnsanlar mendil altında bir şey ikram ederdi, kimin kime ettiği  bilinmezdi. Şimdi “Ben Ramazan çadırı kuruyorum” diye elinde borazanla bağırıyorlar. Haysiyet kırıcı bir şey.  Ben askerdeyken “Doğu’ya yardım kampanyası” diye bir şeyler yollamaya başlamışlardı, “Biz aç mıyız, dilenci miyiz? Nedir bu iğrençlik” diye o kadar kızmışlardı ki. Şimdi her şey abartılıyor. İftar çadırları kurulacak  her yerde. Bütün millet o kapılarda. Kepçeyle dayak yiyenler, itiş kakış. İftarı verenler de en başta oturuyor. Kurbanın etini kendileri yiyorlar, dağıtmıyorlar. Ben böyle şeyler görmedim. Göstere göstere  Müslümanlık olmaz ki. Günahtır. Ona şaşırıyorum. Benim zamanımdaki o güzellikler şimdi olsa tadından yenmezdi. Varlık var bir de o devrin düşünceleri ve insanları olsaydı ne kadar ileri olacaktık. Meddahlar, kantolar, oyunlar...Bunları bilen yok, bizler kayıp adresleriz. 1950’de İstanbul nasıldı, nasıl renkler vardı, hiç kimse bilmez. Ne buzdolabı var, ne çamaşır makinesi var. O evler nasıl temizlenirdi? Sakalar su satarlardı  katırlarda, çıkıdık çıkıdık. Bütün satıcılar şarkı söyleyerek geçerdi. “Biberim, dolmaya giderim”, “Hamsi geldi pazara, haber verin Lazlara”, “Bamya biber domates moreeee” diye. Şarkıcılar, naneciler, keten helvacılar. Bir  müzikal sokaktı o daracık evler. Arsalarda çocuklar oynardı. “Ena mena dosi, dosi saklambosi,  saklambos saklambos Alaman dost” diye. O oyunlar, o dünya, o zaman nasıl değişti. Aradan çok da büyük zaman geçmedi. Ne kadar değişti her şey. İlkel bir dünyaydı ama doğa o kadar güzeldi ki. Ramazanda insanlar birbirlerini hatırlar, evde bir domates dolma pişsin, burnunu uzat hangi evde piştiğini anlarsın. Her şeyin en güzeliydi. Öyle bir doldu kalabalıklaştı ki ortalık. Evine giremiyorsun arabalardan. Terlik gibi arabaları kapının  önünde bırakıyorlar artık.
Hastalık  döneminde arayanınız soranınız çok oldu mu?
Çok çok. Çok gururlandım. Benim kimseye bir zararım olmaz, ben herkesi severim. Hâlâ da ararlar.  Hastaneye gelenler oldu. Sosyal güvencenin olmaması çok kötü. Ama Allahtan benim var kendi girişimlerimle.  Akbank’a on sene çocuk tiyatrosu yaptım, devlet tiyatrosundaki sigortamla birleştirdim. Yoksa yaşamamız  mucize olurdu. İlaçlar o kadar pahalı ki. Bunlarla baş etmeye imkan yoktu. İnsanın parası yoksa ölür. Bakım  yok, bilmem ne yok. Ona rağmen düşünün paralı hastanede bile beni öldürüyorlardı. Herkes başka kafada. 75 yaşındayım. Nasıl ameliyat oldum, nasıl çıktım, bilmiyorum.
Askerlik meselesi kapandı, askere gitmiyorsunuz değil mi?
Gittim Askerlik Şubesi’ne. Her şeyi teker teker anlattım. Bir de kitabımı verdim, imzaladım. Askerlik anılarımla dolu zaten yarısı. Bir telgraf çekseler Sivas’a hemen gelecek. Türkiye biliyor benim askerliğimi. Çünkü öyle komik askerlik yaptım ki ben. Öğretmenlik yaptım askerdeyken. İzne gelmedim, Ağrı’da kaldım. Eksi 40  dereceyi gördüm. Yılbaşını orada geçirdim. Bir tek Ağrı Dağı’na çıkamadım, ok yılanları varmış, korktum. Yaylanıp delip geçiyormuş. Bakü’ye kadar gittim, Tendürek Dağı’nın dibinde sansarları gördüm, bütün doğuyu gezdim. Çok eğlendim, Kürtçe bile öğrendim. Keşke o eski nüfus kağıdımı saklasaydım. Ekmek karnesini, askerlik muayenesini, çağdışı damgasını gördü. Askerlik bitti mi, çağdışı diye damga vurulurdu. Ne günler yaşandı gitti.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder