27 Ekim 2010

Dev-Yol Davası Sanıkları: Kararı Alkışlamadık Önce Özür Dilesinler...

Dile kolay, 30 yılda ne değişmez? İnsan hayatının koskoca bu parçasına, bir ülkenin kaderi eklenince, ortaya Devrimci Yol Ana Davası çıktı. 30 yıl içinde defalarca mahkemeye taşınıp bir hukuk krizi haline dönüşen davadan Nuri Özdemir, Cahit Akçam ve Atalay Dede’yle mahkûmiyetlerin bozulması kararının ardından buluştuk. Hem 30 yıldır tepelerinde Demokles’in kılıcı gibi salınan davayı, hem insan hakları raporlarına kara bir leke olarak düşen Mamak Askeri Cezaevi’ni anlattılar.
 
Ne zaman, nasıl gözaltına alındınız?
Nuri Özdemir: Kasım 1981’de alındım. Daha evvel Ziraat Bankası’nda memurdum. Öğrencilik döneminde Mamak Keçikıran’da Halkevlerine girmiştim. Ülke sorunlarına sahip çıkmak istiyordum. 1967’de lise öğrencisiyken ilgi duymaya başlamıştım. Bir de ben Alevi ortamında yetiştim. Öğretmenlerimiz Köy Enstitüsü kökenliydi. Onlardan çok şey öğrendik, sonra Ankara’ya geldik, sefalet. Öyle bir süreçle devrimci olduk. Üniversiteye başladığımızda ne savunuyoruz, ne istiyoruz bunu öğrendik. 1979’da okulu bitirdikten sonra işe başladım. Sendikal bir faaliyete girdim zaten memur olunca. 12 Eylül’den bir sene sonra da gözaltına alındım. Darbe olunca baktım bana bir şey olmadı, askere gittim. Biz kendi aramızda cürüm diye tabir ederiz, ilişkide ve bağlantıda olduğum arkadaşlarım yakalanmış, adımı söyleyebilecek hiç arkadaş kalmamıştı. “Askerliği bitireyim bari” diye düşündüm. Askerdeyken gözaltına aldılar. Ondan sonra zaten film koptu. 5 yıl 8 ay  kaldım.
Cahit Akçam: Benim 17 Kasım 1980. 12 Mart döneminde, Devrimci Ortaokullular diye bir örgüt vardı, ona katılmıştım. 1974 yılından başlayarak öğrenci mücadelesi içinde epeyce ön plana çıkan biri haline gelmiştim. Bir de ailecek öyleydik. Abim (Taner Akçam) 1977 yılında cezaevinden kaçmış, aranmakta olan bir insandı.  Annem, babam Köy Enstitüsü mezunuydu. Benim alınışım biraz olaylı oldu. Bir kere Mamak Cezaevi’nden çıkmış bir arkadaşla Esat Caddesi’nde karşılaştığımızda etrafımızın çevrili olduğunu fark ettik. Yarım saat süren bir kovalamacadan sonra izimizi kaybettirdik. Bir hafta sonra bir arkadaşın evine gittim, polis eve karakol  kurmuştu, gelenleri gözaltına alıyordu. Kapıyı açan polis beni teslim aldı, dalgınlığından faydalanıp yine kaçtım. Bir hafta sonra bir evde yatmaktayken evi bastılar. Gece saat üç, polisten başkasının olması mümkün değil.  Kışın pijama ve atletle yatak odasından kaçtım. Bir kilometre yukarıda annemin evi vardı, oraya giderken bir komando timiyle karşılaştım. Onlar gecenin üçünde üstünde bir pijama bir atlet olan bir adamla karşılaşınca  çok şaşırdılar tabii. “Dur” dediler, ben hemen geri döndüm, aşağı doğru koşmaya başladım, ayağım yalınayak olduğu için sürekli kayıyordu. Arkamdan da asker koşuyordu, bir ses geldi, bir baktım asker yerde, miğferi yanımdan tangır tungur geçti. Şimdi bakınca kasten düştüğünü düşünüyorum. En son artık bir arkadaşla  buluştuğumuzda yine bir uzun kovalamaca yaşadım, bir apartman boşluğuna girdim, karar veremedim ana  caddeye çıksam mı, dursam mı diye. Caddeye çıktım, çıkar çıkmaz bir Renault geldi. Artık çok yorulmuştum, kendimi bıraktım yere, geldiler aldılar. 8 yıl 1 ay cezaevinde kaldım.
Atalay Dede: Ben de 16 Şubat 1981’de abimin evinden gözaltına alındım. Yakalanma sürecinden önce aranmıyordum. Ne zaman ki operasyonlar yoğunlaştı, gelip aldılar. Yeğenim üç günlüktü, çocuğun kundağı dahil her şeyi hallaç pamuğu gibi attılar. Mamak’a giderken mevsim değişmişti, bahar sonuydu. Cezaevinde 7  yıl 1 ay kaldım. Evveliyatında öğrenciydim. Üniversite sınavına Artvin’den gelip bugünkü Atatürk Anadolu Yurdu’nda girdim. Faşistler bağış topluyorlardı. Artvin’in çoğu solcuydu, devrimciydi, kolay kolay Artvinliyim diye telaffuz edilemiyordu. 20 lira verdim, “Rizeliyim” dedim. Birisi kimlikten Artvinli olduğumu fark etti, sopa yedim, sonra sınava girdim. Amacım okurken çalışmaktı. Ankara İktisadi Ticari İlimler Akademisi’ni kazandım. Hiç unutmuyorum, memur olmak için, 8 yerde sınava girdim, hepsini ikinci üçüncü kazandım, mülakatların hiçbirisinde geçirmediler. O zaman, Nuri’nin dediği gibi bende de film koptu.
Cahit Akçam: O zaman yasal gözaltı süresi 90 gündü ama bu 90 günün 190 gün olmaması için hiç sebep yoktu. Tutuklandıktan sonra 6 kere götürüldüm emniyete. 67 gün emniyette kaldım, tutuklanmam 90 günü geçti. Bazıları 7 ay kaldılar. Bunların haddi hesabı yok.
Bu süreçte yaşanan işkencenin tesbit edilmesi mümkün değil miydi?
Cahit Akçam: Mümkündü. Mamak Cezaevi’ne geldiğimde, demek ki iyi bir asteğmendi, benim hem sağ el serçe parmağım, hem sol ayağımdaki yanık izlerinden elektrik işkencesini tesbit etmişti. Ama Giresun Sıkıyönetim Savcılığı’nın kararı var, “Her ne kadar sanıklara işkence yapıldığı tesbit edilmiş olsa da, sanıkların örgüt üyesi olması ve suçlarını kendiliğinden itiraf etmeyecekleri göz önüne alınırsa, bu son derece normaldir.” Behçet Dinlerer’in öldürülmesinden bir hafta sonra emniyette gördüğüm işkenceler yüzünden hastaneye kaldırıldım. Mahkemeye, hastaneye “Giriş kaydını sorun” dedim. El cevap, “Zinhar böyle bir vaka olmamıştır.” Sonra ailem gitti, kaydımı bulup, mahkemeye sundu. “Devletin resmi yazısına güvenip Cahit Akçam  yalan söylüyor diyecektiniz, şimdi kim yalan söylüyor, devlet mi ben mi?” diye sordum. Alı al moru mor dinlediler. Biz, askeri mahkemede yargılanırken, “Emir komuta ilişkisine göre işlediğiniz için bu işin üstesinden siz gelemezsiniz, sivil yargıya gönderin, bu işler hukuku hukukuna olur” diyorduk, ne kadar yanıldığımızı 6. Ağır Ceza Mahkemesi 13 yıllık süreçte bize çok iyi öğretti. Rahmet okuttu Sıkıyönetim Komutanlığı’nın uygulamalarına. İdam cezasının kalkmasına bir hafta var, hakime dedik ki, “Boşuna idam cezası vermeyin, bu ceza kalkacak, Yargıtay’dan dönmesin”. Alelacele 22 tane idam çıkardılar, Yargıtay baktı, “İdam cezası kalkmıştır” dedi, geri gönderdi. “Askerler siviller tarafından yargılansın” diye yasa çıkarılsın deniyor ya, senin sivilinin kafa yapısı bu olduktan sonra asker olmuş sivil olmuş ne fark eder? Bu ülkede en ağır kararların altına imza atan ne kadar sivil var.
12 Eylül’de sistematik işkence uygulandı. Siz de bunu ilk yaşayan kuşaksınız.
Atalay Dede: Gözaltında sırtınıza bir kağı yapıştırırlardı, “Uyutulmayacak, yemek ve s verilmeyecek”. Geçen gün arabada giderken YSY diye bir plaka okudum. Aklıma takıldı, düşündüm düşündüm hatırladım; “Yemek,  su yasak” kelimesinin kısaltılmışı. Zaten bir süre sonra halüsinasyon görmeye başlıyorsunuz.  ağlı olduğunuz duvardan o kadar güzel, şırıl şırıl sular akıyor ki. Yerden dere aktığını düşünüyorsunuz. Eğilme şansınız varsa eğiliyorsunuz, ağzınız betona değiyor.
Cahit Akçam: Yargıtay’da da anlattım bu hikâyeyi, emniyette bir gün geldiler “Yeni bir şey keşfettik” dediler. Elektrik verilince insanın nasıl kendi sesini duymayacağını keşfetmişler. Sağ ayak parmağına, cinsel organına ve eline bağlıyorlar kabloları. Kulağımıza da bağlıyorlardı, ses duymayalım diye. O kadar  istemli dövüyorlardı ki, eski boks şampiyonu Seyfi Tatar biz gözaltındayken oradaydı o çok güzel, sistematik döverdi.
İnsan sürekli şiddete uğramak, sürekli uykusuz, aç, susuz kalmakla nasıl başa çıkıyor?
Cahit Akçam: Cezaevi kapısından girerken dedim ki, “En az on yıl buradasın Cahit Akçam. Bu arada velev ki idam edilmezsen.” On yıl dışarıyı unuttum, orayla barışık yaşamaya çalıştım. Abuk sabuk bir Atatürkçülük öğretiyorlardı. Sırrı Süreyya Önder çok güzel anlatır onu; “Mavi gözleri çipil çipil çilli bir çocuk Cemil,  Çankaya sırtlarında dolaşırken Paşa’yla karşılaştı” diye uzun bir hikâye vardı. Anekdot, “Sen beni nasıl tanıdın  Cemil? -Çünkü Paşam size kimse benzemez” diyaloğuyla bitiyordu. Son bölümü “Peki ben kimim? -Sen Evren Paşa’sın. -Peki nereden bildin Cemil? -Çünkü hiç kimse senin kadar şerefsiz olamaz” diye değiştirmiştik. Bunu böylece sesli okuyorduk, başımızdaki asker de anlamıyordu.
Nuri Özdemir: Bir keresinde bir arkadaş kitabı ters çevirdi. Asker geldi, “Neredesin? diye sordu. O da  “Şuradayım” diye gösterdi. Onu soran asker de okuma yazma bilmiyordu. Mazgaldan aynı kitapları bağırarak okurduk. Onlar için de sürekli aynı şeyleri dinlemek bir işkenceydi. Su hortumundan kaval yapmıştık. C  Blok’a meyve kasaları getirmişler, oradan bir kasa çalmış arkadaşlar. O kasaya tel uydurup Ali Asker bir saz yapmıştı. Dayak yemeyi bile bir oyun haline getirdik.
Atalay Dede: Dayak yenilmediği gün zaten bir şey var diye tereddüt ediyorduk.
Cahit Akçam: Gerçekten de bir ülkedeki bir aydınlık kuşağın dimağını yıkamak için ellerinden ne gelirse  yaptılar ama avuçlarını da yaladılar, onu da söyleyeyim. Tek tip elbise geldiği zaman, “Biz giymeyelim ve bunu cezaevinde koşulların düzelmesi için bir vesile haline getirelim” diye düşündük. Çok dayak yiyeceğimizi  biliyoruz ama çok kararlıyız giymemekte. “Başla” diye düdük çaldılar, üzerimizden parçalayarak kıyafetlerimizi  çıkardılar. Kıyafetleri giydirdiler, hücreye attılar, kendimize gelince kıyafetleri çıkardık, yüzlerine attık. Bizi  çağırdılar, “Ne istiyorsunuz” diye. “Tek tip giyeriz ama cezaevindeki dayak, yemek duası, esas duruş hepsi kalkacak” dedik, yaptılar. Gayet iyi gitmeye başladı her şey ama MHP’liler bundan rahatsız oldu.
Cezaevine her an geri dönme ihtimaliyle tahliye olduktan sonra insan ne yapar? 
Atalay Dede: Döndüğünüz ortam çok farklı. Para kavramı, insan ilişkileri, mekân, coğrafya değişmiş. Sokakta  size selam vermekten çekinen insanlar var. Tutuklandığınız dönemde henüz doğan çocuk, size parayı öğretiyor. Öğrenci affıyla okula geri döndüm ama yapamadım. Ekonomik koşullarım çok zordu. 18 ay askere gittim.  Havan silahının koordinatlarının hesaplanması için yardım istediler. Tabura madalya kazandırdım. Devlet düşmanı olarak sekiz yıl yattım ama devletin en önemli silahını da benim elime teslim ettiler.
Nuri Özdemir: Ben evliydim, çocuğum vardı. Babamın evi Mamak Cezaevinin öbür tarafındaydı, Keçikıran’da. Beni karşılamaya gelmişlerdi, ev konu komşu doluydu. Babamla başladık türkü söylemeye. Yufka ekmek çok severim, anam domatesli bulgur pilavı pişirdi, yufka ekmeğinin üzerine döktük, vurduk gözüne. Yılgınlık bir müddet oldu ama “Niye bizden kaçıyorlar” diye düşünmedim ben. Bitirmediğim 20 günlük askerliğim vardı. Ben biraz da şamatayı severim. Komutana gittim, “Selam durmayı çok iyi bilirim öğrettiler, ama otuz yaşıma geldim, yapamam” dedim. Komutan iyi adammış, bana nöbet möbet yazmadı. Bir amfinin  yukarısına çıkıyordum, bir kutu içinde Erkekçe dergileri buldum, onları okudum. Askerde, bir bayram günü,  Mamak Cezaevi’nde bizi döven komutanla karşılaştım, çıktım karşısına “Beni tanıdın mı Mamak Askeri  Cezaevi’nden Nuri ben” dedim. O kadar panik oldu ki, “Valla ben dövmedim, yukardan istediler” diye. “Telaşlanma, insan tanıdığını görünce selam vermez mi” dedim. Dönünce arkadaşın yanında ticarete başladım.
Cahit Akçam: Ben şanslıydım. Öğrenci olarak hayata geri döndüm. Evlendim, mezun olduktan üç ay sonra, 1993’te bir çocuğum oldu. İlk çıktığım gün çayımı, sigaramı bitiremedim gelen telefonlardan. Sabaha karşı beşte uyudum. O saatte de yine gelip götürebilirler korkusunu yaşadım.
Maraş Katliamı, 1 Mayıs 1977, Çorum Olayları, Nokta operasyonu yaşanırken bu süreçlerin sizi darbeye götürebileceğinin farkında mıydınız? 
Cahit Akçam: Bir şeyi görmek ve bunun olacağını kaçınılmaz olarak hissetmek bir şey, yaşamak başka bir  şey. Her an darbenin olmasını bekliyorduk ama tabii ki askeri darbe gelince çok üzüldük. O zaman “Bu tür katliamlarla, Türkiye’de faşist diktatörlüğünün önünün açılmasına çalışılmaktadır” diyorduk. MHP’nin basit bir kukla olduğu söylenemez. Bu süreci açık faşist bir diktatörlüğü çevirmeye çalıştı. CIA ve kontrgerilla da  MHP’yi bu yönde kullanmaya çalışıyordu. Nitekim 12 Eylül’de mızrağın çuvala sığmayan kısımlarını cezaevine aldılar. Ne dedi Türkeş, “Fikri iktidarda kendi cezaevinde bir hareketiz”. Bu devlet bizi kullandı söyleminin  nedeni budur. Bunu bu işe solcuları da bulaştıracak şekilde anlatıyorlar. Bu tövbelerine bizi ortak etmeye çalışmasınlar.
Uzun yargılamalar, haksız idamlar, fazla mahkûmiyetlerden söz ederken, geç gele adalet adalet mi sizce?

Cahit Akçam: Adalet gelmedi ki. Alkışladılar diyorlar, alkışlamayız böyle bir şeyi. Bizden bir kere özür dilenmesi gerekiyor, “Sizi aylarca yıllarca işkence altında tuttuk” diye. Savunma yeterince yaptırılmadı diye usul eksikliğinden bozulan bir karar üzerine bizim adalet geldiğini düşünmemizi kimse beklemesin. 12 Eylül sürecindeki bütün davalarda, bütün insan hakları ihlallerini yapanların yargılanması gerektiği kabul edilse, bu adalet geç de gelse çok iyi olur. Topluma 12 Eylül döneminde giydirilmiş deli gömleğinin çıkarılması çok önemli bir telafidir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder