29 Ekim 2010

Emine Gürsoy Naskali: Dedem Yassıada'dayken, Okula Gidemedim

Akademisyen Emine Gürsoy Naskali sekiz yıl çalışıp Türkiye’nin çok konuşulan, az bilinen davalarından birini; Yassıada Mahkemeleri’ni kitaplaştırdı. 27 Mayıs’ta 10 yaşında olan Naskali’yle dedesi Celal Bayar’ıntutuklanmasıyla başlayan olağanüstü günleri konuştuk .
 
27 Mayıs’ta 10 yaşındasınız. O zamana kadar çocukluğunuz nasıl geçti?
Çocukluğum Çankaya Köşkü’nde geçti, on yıl. 27 Mayıs Darbesi olduğunda Çankaya’daydım. Gece tank  sesleriyle uyandım. Büyükbabam Celal Bayar’ı almaya gelmişlerdi. Sonradan anlatıldığına göre, geldiklerinde büyükbabam direniyor.  Millet iradesiyle geldim, onunla ayrılırım, siz kim oluyorsunuz?” diyor. Böyle bir olay  olmadığından söz edenler oldu, olayı Munis Faik Ozansoy ve büyükbabamın başyaveri Mustafa Tayyar’dan  dinlemiştik biz. Ondan sonra tabancasıyla gelenleri vurmayı düşünüyor. Sonra kendini vurmaya karar veriyor. Tabancayı şakağına götürürken elinden alıyorlar. Akabinde Berin Menderes ve Aydın Menderes Çankaya Köşkü’ne geldiler. Sonrakileri pek net hatırlamıyorum.
Sonra sizi de köşkten götürdüler değil mi?
Çok kısa bir süre sonra Çankaya’dan ayrıldık. Ben, kız kardeşlerim, anneannem, annem, teyzemi İzmir Çeşme‘ye götürdüler ve ev hapsine alındık. Büyükbabam önce Ankara’da Harp Okulu’ndaydı, sonra Yassıada’daydı. Başımızda bir manga asker vardı. Onlara bir liste verirdik, alışverişe onlar çıkardı. Biz  kimseye gidemezdik, kimse de bize gelemezdi. Hatta önümüz denizdi, önümüzden balıkçıların da geçmesi yasaklanmıştı. İçeri gelen her şey kontrol diliyordu. Ben 10, ortanca kardeşim dokuz, küçük kardeşim üç  yaşındaydı. Yoğurt içinde mesaj olmasın diye kaşıkla karıştırıyorlardı. Mektuplarımızı açık verir, açık alırdık. Önemli olaylarda gazeteleri bize vermezlerdi. Anlardık ki fevkalade bir  urum var. Bu hal eylül, ekime kadar sürdü. O sırada ben Ankara Koleji’ni bitirecektim. Darbe nedeniyle bitirme sınavlarına girememiştim. Dilekçe verdik sınava girmek için. Bir gün bir teğmen ve bir tomsonlu asker geldi. Kimsenin olmadığı bir gün ve saatte tek başıma beni Çeşme’nin bir ilkokuluna götürdüler. Sınavda İnönü Savaşları’nı sordular. Özellikle böyle  sorular sordular, kasıtları vardı.
Durumun fevkaladeliğini o yaşta idrak edebiliyor muydunuz?
İdrak ediyorsunuz da bu hayatın bir parçası gibi oluyor. Nasıl diyeyim? Gayri tabii bir durum olduğunu biliyorsunuz, o kadar. Sınavdan sonra bana diploma vermeleri gerekiyordu. Aradan epey  aman geçti, bir gün gece yarısı, dışarıda gürültü patırtı oldu. Bir görevli elinde iki parça bir kağıt getirdi. Bu benim diplomamdı.  Diplomamı fotoğrafımın olduğu yerden yırtmışlar, geçersizdi. Annem dilekçeler yazdı İzmir Milli Eğitim  Müdürlüğü’ne. Bu işler çok uzadı. O yıl okula gidemedim. Zaten hiçbir okul beni almak istemedi. Bu tür bir  tecrübeden geçen sadece ben değildim. O dönemde DP’li ailelerin çocukları da benzer tecrübelerden geçtiler. O zamanlar DP’lilere “kuyruk” deniliyordu, öğretmenlerin “Kuyruk çocukları ayağa kalksın” diye taciz ettiğini biliyorum. Okula gidemeyenler oldu bu sebeple. Ertesi yıl ben özel bir okula gittim. Yine devlet okulları almak istemedi beni. İngiliz Kız Ortaokulu’na gittim.
O bir yıl nasıl geçti?
Biz İstanbul’a gelmek istiyorduk, davalar başlayacaktı. Eylül, ekim aylarında İstanbul’a geldik. Kalacak  yerimiz yoktu. Evimiz mühürlenmişti. Avukat bulmaya çalıştı anneannem. Avukat konusunda da sıkıntı yaşadık. İstanbul Barosu’na bağlı bulunan avukatların Yassıada’da bulunanların davalarını alması yasaklanmıştı. Talip  olan avukatların bir kısmı bence darbecilerin isteği doğrultusunda çalışan kimselerdi veya çok genç avukatlardı. Mesela Hüsamettin Cindoruk 27 yaşındaydı. Zaten kararlar en başından verilmişti. Savunma yapılmış, yapılmamış önemi yoktu. İdamların olacağı belliydi. İmralı Cezaevi’nin  müdürünü dinlemiştim. Davalar  sürerken ona darağaçlarını hazırlamasına yönelik talimat geliyor. 80-90 darağacı ve sanduka yapması isteniyor. Cezaevi müdürü “Mühimmat depolanacak” diyerek sandukaları, “Futbol sahası kurulacak” diyerek darağaçlarını  hazırlıyor. Yassıada’dan adalet diye söz etmek mümkün değil. Hukukun, insan haklarının ihlal edilmiş olduğu  yüz karası bir senaryo. Bu darbeyi yapanlar Türkiye’ye nelere mal olduğunun farkında olmayan insanlar.
Büyükbabanızın cezaevi sürecini nasıl yaşadınız?
Mahkemeler bir yıl sürdü. O süreçte Çiftehavuzlar’daydık. Bu evin de hikâyesi ilginçtir. Anneannem burayı  1957 yılında alıyor. Büyükbabam Cumhurbaşkanı olduğunda anneanneme “Bu süre içinde hiç bir malın  satılmasını ve alınmasını istemiyorum” demiş. Fakat anneannemin istimlakten bir para geçiyor eline. Ankara’dan ayrılınca İstanbul’da oturabileceklerini düşünerek, “İstanbul’da bir evimiz olsun” düşüncesiyle bu evi alıyor. Bu büyükbabamın hiç hoşuna gitmemiş. Burada ancak bir kere öğle yemeği yiyebildiler. Çünkü  anneannem büyükbabamı Kayseri’de ziyarete giderken trende yaptığı yolculuk sırasında vefat etti. 24 Aralık  1962 tarihinde. Bu evde hiç birlikte olamadılar. Büyükbabam idamı düşünülen 15 kişi arasındaydı. Üç idam gerçekleşti. Yıllar sonra İmralı’dan cenazelerin alınması söz konusu olduğunda, cenazeleri almaya yakınları  gittiler. Fatin Rüştü Zorlu’nun kızı Sevin Zorlu’dan dinlemiştim, üç mezar yan yana, o sırada bir tereddüt olmuş, bu mezarlardan hangisi kime ait diye. Sevin babası çok uzun boylu olduğu için hiç zorlanmamış. Kemiklerinin  uzunluğundan tanımış. Ama Zorlu için boyu kadar mezar kazmak yerine cesedi mezara sığdırmışlar. Ölüm  herkese mukadder ama ölüm karşısındaki duruş son derece önemli oluyor. O duruş insanların karakterinin de göstergesi oluyor.
O dönemin kadınlarının da kendi içinde dramları var. Anneanneniz yolda vefat etmiş, Berin Menderes eşinin özel  ayatının mahkemelerde ifşa edilmesine, Ayhan Aydan aşağılanmaya maruz kaldı.
Karakter olarak hepsi çok vakur insanlardı. Çok derin acılar çektiler. Fakat bu sessiz yaşandı. Mesela kararların arifesinde avukatımızın Yassıada’dan gelip anneanneme idam kararlarını bildirdiği günü hatırlıyorum. O gün bize kararların açıklanacağını biliyorduk. Kapı çaldı, Gültekin Başak Bey içeri girdi. Anneannem üst kattan aşağıya indi. “Hoş geldiniz Gültekin Bey” dedi. Gültekin Bey, “kararlar maalesef üzücü” diye yanıt  verdi. Anneannem “Teşekkür ederim” deyip, yukarı çıktı. İdamların gerçekleşmesiyle duyduğumuz acıyı tarif  edemem.
Yaşadığınız olaylara rağmen, hayatınızı değiştirmeyi başarmışsınız...
Bir taraftan maruz olduğumuz gayri tabii bir yaklaşım vardı, diğer taraftan Türkiye’de bizleri çok seven insanlar var. Oradan baktığımda çok ayrıcalıklı bir konum. 27 Mayısçılar, darbeyi destekleyenler seslerini çok  çıkartıyor gibi olsalar da azınlık. 27 Mayıs’tan sonra sansür dönemi yaşandı. Bence bu sansür döneminden tam olarak kurtulamadık da. Hâlâ pek çok şey dobra dobra söylenemiyor. O dönemle ilgili bir yalan tarih inşa  edildi, onu henüz yıkamadık. Türkiye’de darbeciler halen yargılanmadı.
Aynı durum 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri için de geçerli. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Ben diğer darbelerle ilgili bir şey demeyeyim. Darbeler tartışılırken 61 Anayasası’nın halen yürürlükte olan 82  Anayasası’na göre çok daha iyi olduğu ifade edilir. 61 Anayasası’nı methedenler o yasayı getirdiğinde Atatürk  Anayasası’nın kaldırıldığını hiç söylemiyor. 61 Anayasası’nın girişinde şöyle bir ibare var: ‘Demokrat Parti  meşruiyetini kaybetmiş bir partidir.” Daha mahkemeler sona ermemiş. 61 Anayasası’nda belki birçok konuyu ayrıntılı ama insan hakları konusunda 1924’ten ileri olduğunu söyleyemem. Hukukçu değilim ama söyleyemem. 61 Anayasası’nda eski cumhurbaşkanlarının ve darbeyi yapan darbecilerin ömür boyu senatoda senatör olarak hayatlarını devam ettireceği maddesi vardı. Böyle bir anayasadan nasıl ilerici diye söz edilebilir? Bu madde İnönü için çıkarıldı. Çünkü o zaman Bayar’ın asılması bekleniyordu. Ama kader öyle bir gelişti ki, asılmadı. Büyükbabam Kayseri’den çıktıktan sonra tabii senatör olarak Ankara’ya davet edildi, kabul etmedi. Büyükbabanız cumhuriyetin kurucu isimlerinden. Bu isimler ilerleyen dönemlerinde bambaşka tartışmalarıniçinde yer aldılar, bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Büyükbabam meşru olmanın çok önemli olduğunu düşünürdü. Halk iradesinin önemine inanırdı.
Büyükbabanız Kayseri’den geldikten sonra yaşadıklarından hiç söz etti mi?
103 yaşına kadar yaşadı. Siyaset her zaman hayatımızın bir parçası oldu ama yaşananlar hikâye şeklinde hiç anlatılmadı. Büyükbabamın hayatı Osmanlı döneminden başlayarak, vefatına kadar her anı yoğun geçmiş.  Defter kapanmış da geçmişe bakalım gibi bir durumu hiç olmadı.
Cumhurbaşkanıyken cezaevine giriyor, bunun kırgınlığı hiç olmadı mı?
Kırgınlık olarak düşünmüyorum. Çok güçlü bir insandı, çok vakurdu. Çok sevilirdi. Son yaşanan darbeler de önemli bir dönem ama “Sizce hayatınızın en önemli, en kayda değer dönemi hangisiydi” diye sorsalar, bence milli mücadele dönemleri olduğunu söylerdi.
Tutanaklarda en çok neden etkilendiniz?
Çok acı dönemlerden geçilmiş. 27 Mayıs’ta DP milletvekilleri, üst düzey bürokratlar, ihbar edilen kişiler derdest edilerek İstanbul’a, bir kısmı Yassıada’ya, bir kısmı Balmumcu’ya yerleştirilmiş. Öldürüldüğünü  düşündüğüm, bazılarına göre intihar olan İçişleri Bakanı Namık Gedik bir çöp arabasına konularak Harbiye’ye getiriliyor. Mesela Doktor Zakar Tarver Yassıada’ya götürülürken, motordan düşüyor. Yerdeyken postalla şakaklarını tekmeliyorlar. İki hafta içinde öldü. Lütfü Kırdar mahkeme sırasında yığılıp kaldı, öldü. Orada olan oğlunun yanına gelmesine müsaade edilmedi. Tutanaklarda kendi sevdikleri şahitlere “Siz” diyorlar. Buna  mukabil milletin gönlünde yer etmiş insanlara hiç hitap edilmemesi gerektiği şekilde hitap edildi. Davalar sonunda Kayseri’ye götürülenlerin büyük çoğunluğu kısa zaman içinde vefat ettiler.
Deniz Gezmiş de, idam sehpasına götürülürken hastadır, Adnan Menderes de...
Menderes’in idamı da mümkün olan en uzun sürede gerçekleştiriliyor. İdam edildikten sonra indiriliyor, sonra  tekrar onu öyle görmek için ipe çekiyorlar. İade-i itibar yapıldı, hukuken gerekliydi. Ortada suç yok ki “af”  olsun. Bu insanlar itibarlarını hiç kaybetmediler ki. O terminoloji beni hep rahatsız ediyor. Önemli olan halk  darbecileri affetti mi, ona bakın.
Tutanaklara nasıl ulaştınız?
Büyükbabamın sağlığında alınmıştı. Tutanaklar çok sınırlı bir sayıda çoğaltılarak ciltlenmiş. Yakın bir zamanda amcam büyükbabamın “Emine bir gün bu tutanakları gözden geçirir” dediğini söyledi. Tutanakları düzenlerken  bundan haberim yoktu. “Tarihimizin bir parçası bunun ortaya konması gerekir” diye düşündüm. Diğer taraftan zabıtlar darbecilerin senaryosuna uydurularak düzenlenmiş bir mahkemenin tutanakları. Bunları ortaya korken,  “Acaba bu yalan senaryoya hizmet mi ediyorum” diye aklımdan geçti. Ama okuyacak insanların satır aralarını  görebileceğini düşündüm.
Parayla alınmış dediniz ya nasıl olmuş bu?
Mahkeme sırasında yazılmış, saman kağıdına teksir edilip, ciltlenmiş. Tahminim, çok sınırlı sayıda Milli Birlik Üyeleri’ne verildiği. Herhalde buna sahip olan kimselerden biri sattı.
Zabıtları hazırlamak ne kadar sürdü?
Ayrı ayrı ciltler halindeydi bunlar. Süre olarak bir şey diyemem ama 2000 yılında çalışmaya başladım. Metinlerin okunur hale getirilmesi, bilgisayar ortamına aktarılması, kişi isimlerinin düzenlenmesi, bu kadar zaman aldı.
Cumhurbaşkanının torunu olup Çankaya Köşkü’nde yaşamak ve ondan sonra zorla köşkten ayrılmak asıl bir  his?
Çocuk olarak bulunduğunuz ortam sizin için en tabii ortam oluyor. Başka bir ortam bilmiyorduk. Gerek  Çankaya’daki hayatımız, gerek gelen ziyaretçiler sizin bir parçanız. Normal gördüğünüz bir yaşam tarzı.  Mukayese yaparak değerlendiremiyorum. Sonrasında sadece bir mekan değişikliği oldu. Yoksa hayatımıza  çok bir değişiklik gelmedi. Bambaşka bir kişiliğe büründüğümüzü söyleyemem. Yine ne isek farklı şartlarda o  kişilikler devam etti.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder