22 Ekim 2010

Erkan Can: Ego Durumlarını Yeni Öğrendim

Mahallenin Muhtarları’nın Temel’i, Gemide’nin Kaptan’ı, Yazı Tura’nın Firuz’u Takva’nın Muharrem’i Erkan Can, farklı karakterlerin oyuncusu. Can’la Düğün Şarkıcısı dizisinin setinde buluştuk. “Rol yapmak yemek yapmak gibi” diyen, “-im” eki kullanmayıp, cümlelere nadiren “ben”le başlayıp, kendini “biz” diye tanımlayan Can’la, haliyle ego, eski ağabeyler ve racon meselelerine uzandık.

-Oyunculuğa nasıl başladınız, bu işlere nasıl bulaştınız?

Ben tiyatroya 1975 yılında Bursa Devlet Tiyatrosu’nun açmış olduğu konservatuar niteliğindeki hatta ve hatta şu anki konservatuarlardan daha iyi eğitim veren bir kursla başladım. Kursa giderken Devlet Tiyatrosu’nda da roller oynuyordum. 10 sene oynadıktan sonra baktık bu işin okuluna gitmek gerekiyor. Askere kadar okuluna gidemedik. Askerden sonra İstanbul Devlet Konservatuarı’na giriş yaptık. Yaşım büyüktü, seviye sınavına girmem gerekiyordu. Yıldız Hoca (Yıldız Kenter) beni 3. sınıftan almak istedi fakat ben 1. sınıftan devam etmek istedim. Beş senede bitirdim okulu. 85 girişli, 90 çıkışlıyım. Okulda okurken çocuk oyunlarıyla başlamıştık tiyatroya, Ayşegül Atik-Ali Atik, Kenter Tiyatrosu, Sabah Çocuk Kulübü. Okul parası ve kira oradan çıkardı. Televizyonlar devreye girdi, TRT 2’ye “Bizim Çocuklar” diye bir dizi yaptık. TRT’de vardır onların kayıtları da nereden bulacağız? 1992’de Bakırköy Şehir Tiyatrosu açıldı, oranın ilk kadrosuyum. 8 sene orada çalıştıktan sonra Mahallenin Muhtarları başlayınca ayrılmak durumunda kaldım. 12 sene Mahallenin Muhtarları’nda oynadıktan sonra Gemide filmi girdi devreye.
-Tiyatroya başladığınız 1975’le konservatuara girdiğiniz 1985 arasında on yıl var. Ne oldu o on yılda?
80 öncesi Bursa’daydık. O zamanlar Bursa’nın ortamı ikiye bölünmüştü. O zaman belki kontrol ediliyordu bu durumlar, iki grup vardı, biliyordunuz, şimdi kaça bölündüğü belli değil. Sağında solunda bir ahlâkı vardı. Bir durumu vardı, bir kuralı vardı, bir raconu vardı. Şimdi o değerler de bitti, hiçbir şey kalmadı. Kuralsız bir durum. 80’den önce Gençlik Dernekleri’nde tiyatro yapıyorduk. Yine çocuk oyunları oynuyorduk, Mızıkçılar diye bir oyun vardı. Do, re, mi, fa diye notalarla ve Şişman Müzik Evi var. Format basit zaten, “sömüren ve sömürülen”. Bu da zaten hâlâ var ülkede. İhtilal olduktan sonra herkes bir durdu. Efendime söyleyeyim, ben 80’den 85’e kadar yine tiyatroyla folklorle uğraşmaya devam ettim. O arada çalıştık, bir sürü işe girdik çıktık. Tiyatro kâh var kâh yok. 82 Kasım’ında askere gittim zaten. 19 ay biifiil askerlik yaptım. 84’de Bursa’ya geri dönünce Meydan Sahnesi diye bir sahne kurduk. 1 sene orayı idare ettik, kasabalara gittik turnelere. 85 yılında son tren, son vagon atladım, konservatuara girdim. Yoksa yaş haddinden treni kaçırıyorduk. 27 yaşındaydım askerden geldiğimde. Daha önce Ali Sürmeli, Zafer Algöz gitti okula, biz hep kaldık. Okuyamadık. Yeniyol Endüstri Meslek Lisesi Sanat Okulu’nda okurken devamsızlıktan hep kaldık, Sanat
okulunu 2’den terk ettik. Ben ortaokul mezunuyum şu anda. Sanat okulu 3. sınıfı üç sene okudum. Hep boykotlardaydık. Okula gidilmiyordu zaten. Baktık olmuyor, okulu da bıraktık. Bu arada tabii ki gittiğimiz tiyatroda ağabeylerimiz bize hocalık yaptı. Dernekteki, mahalledeki ağabeylerimiz güzel şeyler gösterdiler bize. Buraya kadar geldiysek onların sayesindedir.
-27 yaşında okula başlamak nasıl his?
Çok güzeldi. Benim hep istediğim şeydi, o yüzden Yıldız Hoca’nın 3’ten başlatma teklifini kabul etmedim. “Buraya kadar geldik artık okurum” dedim.
-Okulu bitirdikten sonra Mahallenin Muhtarları başladı değil mi?
Kandemir Konduk’la görüşmeye gittim, “Benim oyunlarım var, tiyatrom var, onu da aksatmamam lazım” dedim, “İyi arada gelir gidersin” dedi, çorba kaynar durumu. “Temel” diye bir karakter yazdı, ikinci bölümden itibaren “Temel” rolü büyümeye başladı ve en sonunda tiyatroyla çakıştı. O zamanlar izin almak gerekiyordu tiyatrodan. İmzalar, falanlar filanlar, bir sürü teferruat benim için. Bir ay önceden haber verdik, rolümüze başkası hazırlandı, ayrıldım, diziye devam ettim.  
-Peki Temel’in bir uzvu gibi duran maymun kimin fikriydi?
Kandemir Ağabey hayvanları sever, onları dizilere sokmayı, hayvanları oynatmayı sever. Temel’de biraz çocukları yakaladım ben. Karikatür oynadım, abarttım. Ben Temel’e devam etsem Darbükatör Baryam gibi olurum. Onu kestim. Onu kırmak için Gemide’yi yaptık. Ancak öyle kırabilirdik. Bu da benim hayatıma denk geldi.
-Bağımsız yönetmenlerle çalışmayı tercih ediyorsunuz, Gemide, Laleli’de Bir Azize, Dar Alanda Kısa Paslaşmalar da Yeni Sinemacılar’ın çalışmaları...
Onlarla çalışıyorum, onlarla rahat ediyorum. Yazdıkları senaryolar,tuttukları yol güzel bence. Şimdi o kadar çok senaryo var, o kadar çok film çekilecek ki. O kadar genç çocuklar var ki. Hepsinde birden oynayamıyorum. Geliyorlar, “Ağabey küçük bir rol, bir gününü alacak, iki gününü alacak” diyorlar. Zaman önemli değil, bir günümüzü de, bir ayımızı da alsın isterse, ama rol roldür. Sadece bir film yapacağım Yeni Sinemacılar’la kasım ayında. Çok fazla film yapma taraftarı da değilim. Olmuyor o zaman. Boyacı küpü değil bu. Daldır mavi, daldır siyah-beyaz. O karakter için beyni bir hayli yormak gerekiyor. Takva’daki karakteri beş sene kafamızda gezdirdik. Her gün en azından konuştuk. Filmin çekilme aşamasının son dönemlerine doğru da zikirlere gittik gördük. Gemide’nin de hazırlık aşaması iki üç seneyi bulur. Üç sene onun üzerine konuştuk, en ince ayrıntısına kadar. Yazı Tura’da Kapadokya’da bir kampa girdik. Öyle bir durumda rolü bulabiliyorsun. Yemek yapmak gibi bir şey rol yapmak. Tuzunu, biberini, salçasını ayarlamak gerekiyor.
-Yan roller çok önemsenmiyor Türkiye’de. Oysa siz yan rollerle öne çıkıyorsunuz.
Başrol neyse benim için yan rol de odur. Rol roldür bana göre. Öyle çalışıyorum. O yüzden bir sürü genç arkadaş geliyor, senaryo geliyor. “Ağabey çok kısa bir rol”. Çok kısa bir rol de, rol, nasıl yapacağız şimdi? Bunu anlatamıyorum. Belki kırılıyorlar ama hepsine çok saygım, sevgim var, genç çocuklar, benden de çok fazla şey biliyorlar. Ben hislerimle davranıp rolü bulmaya çalışıyorum. Öbür türlü olmuyor. Kısa metrajlı filmlerde rol almayı bıraktım. Hepsinde birden oynayamam. Bir de senaryolara bakıyorsun, iyileri de var da,
pişmeleri gereken durumlar da var. Onları da artık seçmeye bakıyorum. Bu-oynadıklarım, bir dönemdi, vaktim vardı. Vaktim olsa yine seçip yardım edeceğim. Vaktim yok, çocuğumu uyurken bırakıyorum, geliyorum uyuyor, gidiyorum uyuyor. O yüzden beni affetsinler. Ama gene de bakarız.
-Beşiktaşlısınız değil mi?
Beşiktaşı seviyorum. Kim nerede oynar, ne yapar bilmem. Ama takım ruhunun ne demek olduğunu bilirim. Çünkü ben mahalle takımlarında amigoluk yaptık. Sarıyım işte, her yerde ben varım. Minibüse binerim muavinlik yaparım para vermem. Kahveye giderim, bir dakikada bardakları toplarım, külleri dökerim, süpürürüm, ıslatırım kahvenin önünü, çaya para vermem. İşimi her zaman yarattım. Kaportacı? Çalışırım.
Dökümcü? Çalışırım. Ayakkabıcı? Çalışırım. Konfeksiyon işi yıllarca yaptım, sonra tezgahtarlık. Kendi sevdiğim işte yıllarca çalışırım. Annem babam da bilmez çalıştığımı. Okul yok, çantayı bırak kenara, koş tamirhaneye. O işleri seviyordum. Amigoyken de herkesi toparlayıp, tezahüratları örgütlerdim.Zayıf bir adamdım oyunculuk yapmadım, üflesen yıkılırdım. Kaleciliğe soyundum bir ara, Vedat Kamyon bizi çalıştırdı. Kaleciliği bir de “Dar Alanda Kısa Paslaşmalar”da yaptık. İş 80’den sonra futbol profesyonelleşince takımlar
bozuldu. Amatör olarak Beşiktaş’ı çok seviyorum.
-Sabahtan beri aralıksız settesiniz, bu tempo yorucu değil mi?
Biz neyse de diğer çalışanlar çok çalışıyorlar, görüyorsun. Saat 4’te paydos ediyorlar, saat 9 yine setteler. Nasıl oluyorlar, nasıl yetişiyorlar bilmiyorum. Ne zaman uyuyorlar, ne zaman yemek yiyorlar? Hakikaten biyonikler bence. Acilen düzelmesi gerekiyor. İnsanın canı sıkılıyor. Bizim oynadığımız dönemde dizi yoktu, 12sene oynadık. O zaman 45 dakika çekiyorduk. Tıkır tıkır bitiyordu. 90 dakika olunca iyi olmuyor. Temposu düşük oluyor. Sündürüyorsun lastik gibi. Ama bir 60 dakika olsa, insanlar daha kaliteli, daha heyecanlı diziler seyredecekler. Dizi dediğin zaten 60 dakika olur. İnşallah ayarlarlar. Mümkün olduğu kadar dizi çekmesem daha iyi. Ama burası da bir antreman sahamız. Boş dolaşacağımıza dizi çekiyoruz. Ben sette olmaktan mutluyum. Hayatım bu. Burada olayım, başka yerde olmayayım. Burada geziyorum, mahalleye gidiyorum. Mutluyum yani. Ama diziler kısalırsa, daha kaliteli şeyler seyrederiz. On numara işler seyrederiz. İlerisi için
tiyatro da yapacağız, onun çalışmaları da var. Ekibi bir toparlayabilsek. O zaman diziyi düşünmem. Tiyatro, sinema. Aslı budur. İyi bir senaryo gelir ama dizi de olur. Öyle başrol falan da istemem. Yan rol olsun tık görüneyim çıkayım. Nasip kısmet.
-Kızınızı nasıl görüyorsunuz bu arada?
Arada görüyorum. Uykudan uykuya. Bazen iki gün, üç gün boşumuz oluyor. Aramızı düzeltmek için iki gün harcıyoruz. Küsüyor, sürekli fırça yiyoruz. “Sen girme kapıdan içeri, çık, gir”. “Tamam çıkarım” diyorum, çıkıyorum. 
-Eski ağabeylerimizin raconu vardı, bitti... Burada bir de “Erkan Ağabey” durumu var. Gençlere ağabeylik yapıyorsunuz, sizde sanatçılara mâl edilen kapris yok...
Gençlerle oturuyoruz, konuşuyoruz, tartışıyoruz. Hakikaten içimden gelerek, hiç onlara ego basmadan. Onlar da anlıyorlar beni. Yine aynı derede balık tutuyoruz, karşılaşacağız, yan yana geleceğiz. Ego durumlarını yeni öğrendik. Egoisti biliyorduk da. Tanımadığım bir duygu. Görüyorum aslında. Bakıyorum, egolar görünüyor. O zaman kötü oluyor. Halbuki ona gerek yok. Alkışlanmayı, pohpohlanmayı, “Vay abi sensin” denmesini insan seviyor ama bu durumu insanın farketmesi,köşelerini ince eğeyle yuvarlatması gerekiyor. Benim bütün savaşım kendimle. Kendi hatalarımı bulup onları tamir edip, kendi iç dünyamı bir dengeye oturtmaya çalışıyorum. Kimseyle bir durumum, kavgam yok. Bir sürü hatam, bir sürü hıyarlıklarım var. Bir de sizin hayatınızda böyle figürler var değil mi, racon bilen ağabeyler ve baba... Babam Arifiye Köy Enstitüsü mezunu. Oradan mezun olanlar çok güzel insanlardı. İğne yapmayı bilir, hayvan doğurtur, gerekirse insan bile doğurtur. Keseri eline aldığı zaman ev yapar, kaldırım yapar, harman sürer. Herşeyi bilirdi babam. Ben de herşeyi ondan öğrendim. Yıllar önce babam kahvede dayıma söylerdi, hiç unutmuyorum, tek replik: “Be kayınçı, bu suni gübreyi atıyorsunuz ama bu toprağı zehirliyorsunuz.” Dayım da, “Be enişte, bir ateyriz, bire beş vereyi” diyordu. Toprak öldü. Babam tatlı sert otoriter bir adamdı. Dövme mövme yok. Sadece konuşur. Öyle konuşur ki, onu yaparsın zaten. Tane tane anlatır. Anlarsın ki onu yapmak durumundasın. Karşıdan geçse önünü iliklersin. O dönemin insanlarının bir enerjileri, bir auraları var. Etkileniyorsun ister istemez. Ben de babamdan çok etkilenmişimdir. Yanlış bir şey yapsam ona hesap veremem. Mezarından kalkar iki laf söyler. Devlet Tiyatrosu’nun büyük ahlâkı, disiplini de var. Beni de güzel yetiştirdiler. Sokakta ağabeylerimiz de o dönem öyleydi. Şimdiki gibi çarşı pazar karışık değildi. Bir racon vardı, bitti... Asimile ediyorlar bizi, hep öyle denir ya, “birileri.” Birileri bizi tezgaha getiriyor ya... Tezgaha gelmemek lazım. Herkesin eteğindeki taşları döküp “Ya herro ya merro” demesi gerekiyor. İşimi hep yarattım. Minibüse binerim, muavinlik yaparım, para vermem. Kahveye girerim, bardakları toplarım, külleri dökerim, para vermem. Kaportacı, dökümcü, ayakkabıcı... Hepsini yaptım. Okul çantasını atardım, koş tamirhaneye...
-25 yıllık çizmeleriniz varmış, nedir bu çizme merakı?
Ağabeylerimiz giyiyordu eskiden çizme, çok hoşuma gitmişti. Yaklaşık 25 sene olmuştur. Çıkarmam, yaz-kış giyerim. Normal ayakkabıda ayaklarım burkuluyor. Ama onu da değiştireceğiz, yazın spor ayakkabı giymeye çalışacağız. Çizmede sert topuk ya, esnemiyor, belimiz ağrıyor. En azından yazın bir spor ayakkabı giyip kışın gene çizmelerimizi ayağımıza geçiririz.
-Sizin beğendiğiniz dönemin modelleri artık yok, nasıl çözüm ürettiniz?
Yaptırıyorum. Şimdi Aydın Söke’de körüklü çizme yaptıracağım. Oraya gidip ölçü vermem lazım. Mustafa Şevki Doğan’ın dayısı var bir tek yapan. Burada da yapan ustalar var da kalıp yok işte. Çizme iyidir ya. Şimdi, dağda bayırda çizme faydalıdır. Akrep gelir, yılan gelir, kene gelir. Ben dolaşırım, korkmadan yürürüm.  Rahatlıkla otların çalıların arasında dolaşırsın.

Bir de bu var: 
Erkan Can’ın “Sarı” lakabıyla amigoluğunu yaptığı amatör futbol kulübü “Dinamo Mesken” 12 Eylül döneminin gazabına uğrayarak “solcu” bulunup, kapatılmış. Can, Nokta Dergisi’ne verdiği söyleşide, o dönemde tribünlere attırdığı sloganlardan birinin, “Dinamo’nun gençleri bir elinde şişe, saatlerce neşe! Dinamo’nun gençleri birçok menekşe” olduğunu söylüyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder