31 Ekim 2010

Yusuf Hakan Erdem: Bu Tarihçiler Tavşanın Suyunun Suyu...

Yusuf Hakan Erdem, masalcı yazarların bir kadına üç ton altın taşıttığını, Abdülhamit’i telgraftan bîhaber cahil yaptığını bulan akademisyen. Eleştirilenler eleştiriyi kabul etmeyince, Erdem’e tartışılan kitabı Tarih-Lenk’iyazmak düşmüş. Erdem’le, yanlış yazılan ve bir türlü yazılamayan tarih üzerine konuştuk...

Eskiden çok popüler olmayan tarihe son yıllarda ilgi giderek arttı.
Bana da ilginç geliyor. 10-15 sene önce her zaman popüler bir tarih kotası vardı. Televizyonlarda programlar var, hemen her gazetenin bir yerel tarihçisi var. Türkiye geleceğiyle ilgili tartışan bir toplum. Nerede olacağını merak ediyor. Herkes tarihten örnek bulmak, tezini ispatlamak, tarihi bir rezervuar gibi tarihi kullanıp, bugünkü tartışmalarını güçlendirmek istiyor. Tabii nitelik kısmında bir takım problemler var. Çünkü talep çok yüksek,  buna cevap verebilmek için ne kadar yetkin olduğu tartışılan isimler topa giriyor. Tarih kuantum mekaniği gibi bir konu değil. “Ben bu konuda laf edebilirim” diye hisseden insanlar çok rahat konuşuyorlar.
Türkiye’de tarih araç olarak kullanılmaya da çok müsait bir alan...
Kesinlikle öyle. Tarihin araçsallaştırılması bizim içinözellikle önemli. Anlatılan tarih hiç kimseyi kesmiyor, “Şanlı tarihimiz” yazanların kendileri de bundan mutlu değil. Çünkü çok iyi biliyorlar ki, her ülkenin tarihi gibi bir tarih bu. Öyle hep iyi şeyler olmuş değil. Başka ülkelerde çok daha düzgün bir tarih eğitimi olduğu için orada bizdeki gibi bir arayış görünmüyor. Bizimse çok takıntılı bir ilişkimiz var tarihle. Bir ailenin çocuğu kazara tarih okumak istese, ailenin başına bir felaket gelmiş gibi davranılır. Böyle bir yalancı tavrımız var. Hem önem vermiyoruz, hem bu konuda takıntılıyız, hem de biri tarihinizde şu konuyla hiç ilgilenmiyorsunuz dediği zaman o sahtekâr tavrı unutup bize bunu hatırlatan adama babalanıyoruz.
Türkiye’de insanların özellikle konuşmaktan, okumaktan çok hoşlandığı konular var değil mi?
Şablon halinde bir tarih konuşuyoruz. Çok iyi araştırmalar çıkıyor, çok özgün araştırmalar basılıyor ama bunlar az satıyor. İnsanlar neyi beğeniyorsa onu teyit eden kitapları almak istiyor. Şablon konular bundan kaynaklanıyor. Osmanlı köleliği üzerine kitap yazdığım zaman “Yapmak istediğin zaten belli, bu ülkenin güzel tarihini kolonyalist batı tarihiyle birleştirmek için bu kitabı yazıyorsun, hatta belge üretiyorsun” dendi. Neden deyince baktım ki, ilkokulda öğretilmeyen bir konu bu. Bu ülkede anti-semitizm çok ciddi bir komplo departmanı. Bu türde tutarlı olmak zorunda değilsiniz. “Bizi Yahudiler yönetiyor” lafına inanıyoruz, kanıtlamak için datalar sunuyoruz. Bu adamlar ülkeye şeriatı getirmek istiyor ama aynı zamanda Yahudiler. Yahudi olup hem niye şeriat istesin? Bu bir kültürel takıntı.
Bir de Abdülhamit’ten, Mustafa Kemal’e kadar uzanan siyasi karakter mitosları var...
En basit olguların bile dile getirilmesinden hoşnut olmayan insanlar var. Mustafa belgeselini görmeye gittikleri  zaman, bazı şeyleri bilmiyormuş, ilk orada öğreniyormuş numarası yapmayı tercih ediyor. Tarih, doğma ve  ideoloji iç içe geçmiş durumda. Mustafa Kemal’in 16 Mayıs’ta İstanbul’dan çıkıp 19’unda Samsun’a vardığı söyleniyor. Bandırma Vapuru modern bir gemi. Üç gün böyle bir yol için biraz çok değil mi? Daha önce mi  yola çıktı, daha önce mi vardı, denizin ortasında mı bekledi? Neden bunu söylüyorum, çünkü eleştirel olmak zorundayız. Bir şeyi tarih üzerinde gördüğünüz zaman mantığı da elden bırakmamak gerekiyor. Herkes bir  yumruk vuruyor masaya, biliyorum diyor ve olguları bile sorgulatmıyor. Sorun hatayı savunmakta. Değil Hakan Erdem, sokaktaki karınca başını kaldırıp iri gövdeli tarihçimize dese ki “Ben şöyle düşünüyorum”, insan merak eder, gider iki kaynak açar bakar. Hâlâ iddia ediyor. Orada ciddi bir skolastik tavır var. Sanki inancına,  ideolojisine küfredildi.
Yakın tarihimizle de aramızda büyük bir uçurum var. Bu kopuş ne zaman başladı?
Realiteden kopuş diyelim. Osmanlıdan bize belge çok kaldı da, sokaktaki insan ona ulaşamıyor, okuyamıyor. Arada bir medyuma ihtiyacı var, dolayısıyla ortada medyum tarihçiler var. Realiteden kopuş erken cumhuriyetle beraber başladı. Osmanlı tarihçilerinin tarihle olan ilişkisi cumhuriyet tarihçilerinden daha sağlam  Osmanlı idaricilerinin ilişkisi de tarihle ilişkisi daha sağlam. Cumhuriyetteyse koskoca bir imparatorluğu yele verdik diye düşünmek mi sağlıklı, biz Orta Asya’nın bağrından kopmuş, dünyaya da medeniyet öğretmiş bir kuşağın çocuğuyuz demek mi daha tedavi edici?
Travma psikolojisi yani?
Kesinlikle. Tarihi kullanarak, kendilerini ve toplumu tedavi etmeye çalışan insanlar var. Ekonominiz kötü, insanlarınız yoksul, Avrupa’da bir imparatorlukken, üçüncü dünya  ülkesinin diplerine düşmüş vaziyettesiniz. Çok berbat bir dönemde, bütün dünyaya uygarlık öğretenin Türkler olduğu temasını işliyorsunuz ki moraliniz yükselsin. Bütün Osmanlı tarihi boyunca Güneş Dil Teorisi’ne benzeyen bir yaklaşım görmedim ben. Bu kadarmı gerçek bükülür? 1920’lerde 30’larda çok ağır bir şekilde tarihe müdahale etmiş vaziyetteyiz, sonuçlarını hâlâ temizlemeye çalışıyoruz.
Halide Edip Adıvar’ın Turkish Ordeal kitabından çevirdiği Türk’ün Ateşle İmtihanı’nındaki çarpıtmalara da  değiniyorsunuz.
Türk’ün Ateşle İmtihanı’nda yazar Halide Edip İngilizce metnin sesini boğuyor. Turkish Ordeal'ı yıllarca çevirme artık çok son derece yaşlı, ölümüne yakın dönemde Türkçesi senin adınla yayınlansın. Böylece gerçek şekilde çevrilmesinin de önüne geçmiş oluyor. Zekidir Halide Edip Hanım, “Bu öz itibariyle aynı” diyor. Öz  itibariyle aynıdır garantisi veriyor okuyucuya. Ben öz itibariyle aynı olmadığını göstermeye çalıştım. Halide  Edip’in kalibresinde bir edebiyatçının yapamayacağı kadar bozuk bir metin. Zaten Halide Edip okuyor, Vedat  Günyol Türkçe notlar alıyor. Halide Hanım hasta olunca Vedat Günyol çevirmeye devam ediyor. Yaşamının sonuna doğru bir gazete röportajında “Aslında biz bunu beraber çevirdik ama Halide Hanım benim adımı koymadı” diye şikâyet de etti. Halide Edip, Mustafa Kemal eleştirilerini tam aksine çevrilmiş, yalapşak düzenlenmiş bir metni sunmayı tercih etti.
Osmanlı dönemi de mitleştirilenler arasında...
Osmanlı mitleştirmesi, Demokrat Parti iktidarı sırasında utangaç utangaç başlıyor. Tavan yapması 1980  müdahalesi sonrası. Bilinçli bir seçim söz konusu. Şanlı Osmanlı geçmişi epizotları sunan tarihçiler çok. Hepsi aynı şeyi yazıyor. Hiç ciddiye almıyorum. Yıldız Sarayı’nın arşivi lebalep dolu. Çok öğrenmek istiyorsanız  Abdülhamit’i gidin arşivlere bakın. Arşivlerin çok iyi olduğu dönemde hükümdarlık etmiş bir insandır. Bir  biyografisi bile yok belgeye dayalı, bol miktarda masal var. Osmanlı’nın mahrem hayatı, Abdülhamit, Fatih dönemi. Ciddi çalışmadığınız konuları birbirinizden kopya çekerek usanç veren bir üslupla anlatıyorsunuz. Abdülhamit bahtsız bir adam. Hem çalışılmasın, hem mitleştirilsin, hem cumhuriyet mitinin karşısına çıkarılsın.
Eskiden de popüler tarih yapan insanlar varmış. Mesela Reşat Ekrem Koçu...
Bugünün popüler tarihçi olarak ortaya çıkan insanlarından onlar çok daha iyiydiler. Reşat Ekrem Koçu  akademik üslupla yazmış olsaydı çok iyi bir tarihçi olabilirdi. Onun İstanbul Ansiklopedisi çok iyi bir kaynak.  Vefa Lisesi’nde tarih öğretmeni ve popüler tarih yazarı olarak bugün ortada dolaşan insanların çoğundan daha  iyiydi. Reşat Ekrem Osmanlı belgelerini okuyup onları popülize ediyordu. Bugün tarihçi olarak dolaşan insanlar Reşat Ekremi okuyup popülize ediyor. Onun için tavşanın suyunun suyu. Gazetelere yazan bir kesim bütün  tarihi formasyonlarını bugünün en iyi akademik kitaplarını okuyarak elde etmiyor. Dolayısıyla iyice kalite düşüyor. Bir proje gibi düşünün, bir tutam Abdülhamit, iki tutam Osmanlı’nın ne kadar hoşgörülü olduğu, iki  tutam İstanbul’un ne kadar kozmopolit bir yer olduğu. Oldu size popüler tarih.
Kitapta, Ortaylı’nın  konuşmalarının deşifresini kitap olarak bastırdığını da hatırlatıyorsunuz.
O başlı başına bir sorun. Özürü kabahatinden büyük. Popüler tarih demek iki üç saatlik konuşmayı kitap olarak bastırmak değil. Maddi hatalardan tutun, içerik hataları da olmuş olabilir. Temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp milletin önüne sunmak yerine daha az kitap yazabilirsiniz. Orada etik problem var. İnsanlar uzun yıllar içinde kazandıkları akademik isimlerini bu şekilde çarçur etmemeliler. Her şeyden önce kendi geçmiş emeklerine saygısızlık. Böyle popüler olunmaz.  Kitap ismini Timurlenk’ten alıyor. Çünkü, yazılan tarihte hem aksaklık, hem zalimlik var, dolayısıyla Tarih-Lenk dedim.
Bu kitabı yazmak nasıl aklınıza geldi?
12 Eylül’den sonra, herkes işsiz kalmış, kendinizi siyasi platformda ifade edemeyince ansiklopedi yazmaya düşünmüşsünüz, orada ben de Ünlüler Ansiklopedisi’nde madde yazarken, kaynak olarak bir Türkçe bir  İngilizce kitap kullandım. Türkçe kitabın İngilizce kitabın çevirisi olduğunu gördüm. İlk gördüğüm intihal olayı  buydu. Bu bir vesile. Sonuç olarak bir takım aksaklıklar müstakil kitap yazılabiliyor bu ülkede. Hatta şunu da ben söylüyorum, aslında bir tane daha bir tane daha bir tane dahayazılabilir. Örnekler değişecek sadece.  Herkesin bildiğini düşündüğüm konuları tarihçilerin bilmemesi beni şaşırtıyor. Gazi Osman Paşa’yı Plevne’de  şehit ettirmek gibi. Benim konularımdan biri de uydurulmuş metinler. Mesela Abdülhamit’in anıları. 2009’da yeni bir basımı yapıldı. 1946’dan beri değişe değişe bugünlere geldi ve uydurma. Metne bakarak  uydurulduğunu ispat etmeye yönelik bir tavır içinde oldum. Mesela, hatıralardaki Abdülhamit 93 Harbi’nde ülkesinin kiminle savaşta olduğunu bilmiyor. 93 Harbi’nde Osmanlı İmparatorluğu bir tek Rusya’yla çarpıştı. Uydurulmuş hatıratta Avusturya, İngiltere, İtalya’yla da savaşıyor. Ya da Abdülhamit “Cepheyle iletişimimiz  felaketti, bir kişi gönderiyorduk, haftalarca haber alamıyorduk, Avrupa’da telgraf diye bir şey kullanıldığını  duydum, Belçika’dan uzman getirttim, Yıldız Sarayı’nda bizimkileri eğitti, kendisine 2500 altın verdim, hele neyse haberleşme meselesini çözdük” diyor. Uydurma hatıratın sahibi olan Abdülhamit, 1877 yılında telgraf var mı, yok mu bilmiyor. 1854 yılından beri telgraf var Osmanlı’da. Başka bir metinde Osmanlı borçlarını  ödemeyince Fransızlar gelip Midilli adasının gümrüğünü işgal ediyor. Bu tarihi bir hadise, bunu biliyoruz. 502  bin altın bulununca, Fransızlara veriyorlar, onlar da gidiyor. Uydurulmuş metinde bu 502 bin altını Abdülhamit  karılarından Fatma Pesent Hanım’dan borç alıyor. Koskoca imparatorlukta para yok da haremdeki bir  cariyede var. Kadının babası Cevdet Paşa’ymış. Bu da uydurma bir karakter. Fatma Pesent Hanım babasının evine gidiyor, 502 bin altını meşin bir çantaya koyup saraya geri dönüyor. Bir Osmanlı altını 7,2 gram.  Çarptığınız zaman 3 buçuk tonun üzerinde bir rakam. Hangi çantaya 3 buçuk ton altın sığar? Bu olay üzerine  padişah, “Ne iyiymiş böyle zengin zevce canım, özenenleri bir daha ayıplamayacağım” diyor. Padişah değil  bakkal Mehmet Efendi’den söz ediyoruz sanki. Mesela İlber Ortaylı bir yerde değil iki yerde Sırp Sındığı savaşının bir Osmanlı yenilgisi olduğunu söylüyor. Dediklerime “Bir takım tenkitlerinde haklı olabilir” gibi bir  muğlak cevap veriyor kendisi, hangi tenkitlerimi haklı buluyor, hangi tenkitlerimi haksız bilmiyorum. Hangilerinde haklıysam, toplu olarak düzeltirse iyi olur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder